25 Mayıs 2019 Cumartesi

EKŞİ SÖZLÜK ve İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Ergen kafamla tanıştım ekşisözlük ile...

Ergenlik dönemi bildiğiniz gibi çok karmaşık bir süreçtir. Genelde erkek öğrencilerde bir siyasi eğilim belirginleşir. Özellikle lisede başlar bu. Daha çok uçlarda yaşayan bir siyasi figür üzerinden kahramanlaştırma yaşar ve bir ideolojiye saplanmak zorunda hisseder kendini. Bu bireyin kendisinden bağımsızdır ve gelişimin doğasında vardır. Eğer bu gençlerin biraz da tarihe merakı varsa bu duygular daha yoğun yaşanabilir. Neticede genç kendini bir ideolojinin, kavramın kucağına bırakır ve onun argümanlarıyla karşı tarafı taşlama, suçlama, eleştirme ile safını sıklaştırır, tarafını net bir şekilde belli eder. Bu tercihte ailenin, çevrenin çok büyük etkisi vardır. Hatta en büyük etkisi denebilir. Arada aykırı otlar bitse bile böyle...

Ben de herkes gibi tarafımı seçmiş, karşı tarafa olan duygularımı netleştirmiş ve kendi ideolojime yoğunlaşmıştım. Diğer tarafla aramda sert duvarlar vardı. Ancak insan hayatında bazı kişilerle karşılaşır. Orhan Pamuk'un bir romanı "Bir kitap okudum, hayatım değişti." diye başlar. Ben de bir insanla tanıştım ve o insanın verdiği bir kitapla hayatım değişti. Çünkü, çok sevdiğin ve değer verdiğin birisi senden bir ricada bulunursa, o işi yapmak için elinden geleni ardına koymazsın.

Kitap, Soner Yalçın'ın EFENDİ isimli eseriydi. Lise 3 kafamla okudum kitabı ve her şey dağıldı. Ovaya sis çökmüş gibiydi. Çünkü kitap, o erken ergenliğimde sığındığım ideolojik kampın tam tersinde duran biri tarafından, koca koca tabuları yıkan bir kitaptı. Bitirip soluğu hocamın yanında aldım ve bana söylediği ilk cümle şu oldu:

"Eğer karşı tarafı da okumazsan, canını bile bile acıtma pahasına karşı tarafın ne dediğini analiz edemezsen, kendi davanı da savunamazsın."

O gün ifade özgürlüğünün ilk işaret fişeği ateşlenmişti zihnimde.

Ancak, insan kolay kolay bırakamıyor bazı şeyleri.

Üniversiteye başladığımda hala kendi ideolojik fikriyatımdan kopamıyor, karşı tarafa nefret beslemekten kendimi alamıyordum.

Zannediyorum ki üniversitenin ikinci ya da üçüncü sınıfıydı. Ekşi Sözlük ile tanıştım. Okuduklarım beni şoke etti. Çünkü yıllar yılı hunharca savunduğum fikirlerime alenen saldırılıyordu. İşin ilginci benim kampımdakiler de karşı tarafa saldırıyorlardı. Tabi içinde muazzam bir mizah da vardı. Ama ne olursa olsun herkes her şeyi özgürce anlatıyor ve hiçbir sansüre uğramıyordu. (sonradan düzen değişti biraz ama olsun)

Okudukça, daha çok kapıldım içine. Yeri geldi karşı tarafı savundum, yeri geldi kendi tarafımı. Ama günün sonunda baktığımızda mantıklı olmaya çalışan, doğrunun yanında olan, at gözlüklerini çıkarmış, her görüşe inanmasa bile saygılı olmaya çalışan ılımlı bir insana dönüşmüştüm.

Eminim ki bir sürü insan var benim gibi sözlükte. Dünyada yapılmamış bir şeydi ve imkansızı gerçeğe dönüştürdü.

En önemlisi...

Şu an burada bu satırları yazabilecek seviyeye geldiysem bu tamamen ekşisözlüğün sayesindedir.

Kişisel hafızam orası benim... Öyle olmaya da devam edecek.

NOT: E ne işin var lan o zaman burada? diyenler olabilir :) Haklısınız... Ama oradaki anonimlikten biraz sıkıldım. Neticede orası tamamen bir kapalı kutu. Burası da olsa fena olmaz... İki tarafı da devam ettirebilirim.

senaryocu


24 Mayıs 2019 Cuma

KURTLAR VADİSİ NEDEN HALA EN İYİSİ?

Ekşi Sözlük'te yazdığım ve daha sonra Ekşi Şeyler'de yayınlanan yazım... 
Gelmiş Geçmiş En Teknik Senaryoya Sahip Türk Dizisi Neden Kurtlar Vadisi?
kurtlar vadisi, türk televizyon tarihinin gelmiş geçmiş en teknik senaryoya sahip dizisidir. bu konulara kıyısından köşesinden azcık bulaşmış biri olarak bunun teknik sebeplerini açıklamaya çalışacağım.
ön not 1: bu yazı tamamen 2003-2005 arası yayınlanan 97 bölümle ilgilidir. şu an yayında olan kurtlar vadisi pusu dizisi dahil değildir.
ön not 2: işin ahlaki yönü bu entry'nin konusu değildir. sadece teknik olarak ele alınacaktır. 

teknik bölüm

şimdi türk televizyon tarihine baktığınızda bu kadar ses getirmiş, heyecan ve merak uyandırmış, yayınlandığı günde sokakları boşaltan, milli maçlardan daha fazla reyting alabilen başka bir dizi gelmemiştir. çok ses getiren diziler elbette olmuştu o zamana kadar:
asmalı konak, ikinci bahar, süper baba, bizimkiler, deli yürek, ekmek teknesi, aliye, kaygısızlar vs.
ama hiçbirisi bu kadar ilgi uyandırmamıştır. tamam; asmalı konak, finalini sinema filmiyle yapabilecek kadar hatırı sayılır bir kitle elde etmiştir. ancak kurtlar vadisi kadar olduğunu düşünmüyorum. belki bunda asmalı konak'ın bayanlara daha çok hitap eden bir dizi oluşunun etkisi vardır ya da kurtlar vadisi'nin erkeklere hitap ediyor oluşunun...
neticede bu dizi o zamana kadar hiç elde edilmemiş bir başarıyı sahiplenmiştir....
bunun sebepleri çeşitlidir. ama salt olarak "bunun bir mafya dizisi olması, karakterlerin, ergenlerin hoşuna gidecek ve türk insanın özündeki ruhuna hitap edecek erkeksi özellikler taşımasının, silahlı çatışma ve amiyane tabirle vurdulu kırdılı olmasının" tek neden olarak gösterilmesi her şeyden önce sinema sanatına hakarettir. en azından kurtlar vadisi için... bu başarının birinci sebebi senaryo tekniklerini doğru kullanmasıdır. bu sayılanlar hep bu ilk maddeden sonra gelir.
bütün ahlaki kaygılardan, bütün o, yayınlandığı zamanlarda yaşanan olaylardan sıyrılarak söylemeliyim ki kurtlar vadisi'nin senaryosu en azından türkiye'deki senaryo atölyelerinde ders diye okutulacak kadar, hatta sinema-tv bölümlerinde işlenecek kadar kalitelidir. bir amerikan'a bu kadar kaliteli gelmeyebilir. çünkü adamların geldiği nokta bize çook uzakta... ama dediğim gibi "ben dizi senaryosu yazmayı öğrenmek istiyorum" diyen bir türk için "beginner" seviyesinde ilk olarak incelemesi gereken tek derli toplu hikayedir.
şimdi bu seviyeyi parça parça inceleyelim...



1. orijinal hikaye cümlesi

modern anlamda, gişede başarılı olmuş filmleri incelediğinizde, filmin özeti tadında şu cümleyle karşılaşabilirsiniz...
"x adlı karakterin, karşısına çıkan engelleri aşması ve bir amacı gerçekleştirmek için uğraşmasıdır"
çoğu başarılı filmin/dizinin senaryosu hep bunun üzerine kuruludur. karakterin bir amacı vardır,bu amaç için bir düşmanla çarpışır ve sonunda başarıya ulaşır.
prison break'ta michael'in abisini kurtarmak istemesi, person of interest'te makina'nın gönderdiği numaraları kurtarmak için uğraşmaları vs... örnekler çoğaltılabilir...
şimdi bunu kurtlar vadisi'ne uyarlayalım...
"özel eğitim almış bir devlet görevlisinin, türkiye'nin en komplike örgütünü çökertmek için yüzünü değiştirerek örgüte sızması"
bu cümle her anlamda muazzam bir hikaye potansiyeli taşıyor. her şeyden önce polat alemdar, bu amacını 97 bölüm boyunca saklı tutuyor. yani biz polat'ın amacının ilk bölümden beri ne olduğunu ve bu amaçtan kaynaklı olarak ortalığın nasıl karışacağını ve nasıl bu örgütü çökerteceğini görmek istiyoruz, merak ediyoruz. aslında polat hiçbir zaman amacından sapmıyor. o hikayeye girdikten sonra, o zamana kadar düzgün çalışan konsey 3.sezonun başında artık çalışamaz hale geliyor ve bunu asla ama asla kimliğini açık etmeden yapmaya çalışıyor.
"bir örgüte sızma" sinema dünyası için klişedir. ama türk tv'si için bir ilkti o zamanlar. biz hem polat'ın mafya gibi olmaya çalışmasını, hem konseyi karıştırmasını izliyor, hem de "acaba kimliği deşifre olacak mı?" endişesini taşıyorduk. işte bizi diziye bağlayan en önemli unsur bu hikayenin müthiş bir potansiyel taşıyor oluşudur. belki sinema dünyasında bu konuyla ilgili yüzlerce dizi ve film çekilmiş olabilir. ama türk insanın evine ilk defa böyle bir hikaye giriyordu.
o zamana kadar dizilerde insanların izlediği ayrıl-barış-aldat ekseninde yürüyen kadın erkek ilişkileri bir anda aslında ölü olarak bilinen yüzü değişmiş bir adamın sevgilisine bir türlü gerçeği söyleyemediği bir aşk hikayesine dönüşüyordu. her bölüm bunun gerginliğini yaşadı insanlar. acaba elif gerçeği öğrenecek mi? ama öğrendikten sonra komaya girerek ölmesi ve yıllarca ölü bildiği adamın her an yanı başında olan adam olduğunu fark edememesi... üstelik polat'a bir kez de ali olarak sarılamadan ölmesi türk televizyonlarındaki en kral aşk dizisinden daha orijinal bir aşk hikayesidir. ve insanların boğazına koca bir düğüm atmıştır.
yani ben örneğini görmedim en azından. bilenler bu konuda beni aydınlatabilirler. çok iddialı olmasın ettiğimiz laflar da sonradan göt olmayalım. 



2. derli toplu olay örgüsü (dramatik yapı)

dizi senaryosu yazmanın kilit noktası şudur: ilk bölümün özetini yazarken son bölümün son sahnesi dahi proje planında olmalıdır.
"kervan yolda düzülür" mantığı dizi senaryosu için asla geçerli değildir. "bi başlayalım da hayırlısıyla gerisi gelir" dediğin an bitersin.
amerika'nın en popüler dizilerine bakın. hepsinde bunu rahatlıkla görebileceksiniz. bizler lost'un ilk bölümünü izlerken senaristlerin aklında "4 8 15 16 23 42" numaralı kişilerin jacob tarafından seçilerek adaya getirildiği vardı zaten. ya da black smoke'un jacob'la kardeş olduğu vardı. adada bulunan kutup ayılarının bilmem kaç yılında dharma tarafından deneylerde kullanıldığını senaristler zaten biliyordu. ve biz bunları sonradan öğrenip, ilk başlarda gördüğümüz sahnelerle birleştirince "heeeeee vay amk demek bu oymuş" diyor ve hikayeye hayran oluyorduk. ya da her bölümün sonunda bir gerçeği öğrenip "hasssiktiiirr" diyorduk...
işte bu olgu kurtlar vadisi'nde fazlasıyla vardı. ali candan'ın ilk bölümde bir kaç gez gördüğü rüyanın devamını 3.sezonun ortasında gördük. polat'ın devamlı rahatsız olduğu o hayal kırıntısında yüzü çizilerek yere düşen dayının "kılıç" olduğunu ve yüzündeki kesiğin aslında oradan geldiğini dizinin nerdeyse sonunda öğrendik. polat'ın dizinin başında üç kere hapşırması, 50 bölüm sonra karahanlı'nın karşısında anlam kazandı.
dizi senaryolarının hikayeleri geçmişte yaşanır. şöyle ki, ilk bölüm, genel hikayenin ya ortasından ya da sonundan başlamalı ki gizemli geriye dönüşler ve o hikayenin başında neler yaşandığı merak edilsin ve seyircide "haaaaa, demek bu işin aslı buymuş" düşüncesinin oluşturulmasıyla sürükleyicilik diri tutulsun. 
1. maddede işlediğim "özel eğitim almış bir devlet görevlisinin, türkiye'nin en komplike örgütünü çökertmek için yüzünü değiştirerek örgüte sızması" cümlesi 3.sezonun sonunda şu hale dönüştü: "özel bir istihbarat ajanı olan abbas ustaoğlu'nun kardeşi filistin kampındadır. ünlü iş adamı mehmet karahanlı'nın yüzünden bu kamp bombalanır ve abbas ustaoğlu'nun kardeşi ölür. bunun üzerine abbas ustaoğlu, karahanlı'nın oğlunu kaçırarak yetiştirme yurduna verir, ama hep takipte olur. büyüdüğünde onu en güvendiği ailenin sahiplenmesini sağlar. ergenlik yıllarında temasa geçer, telkinleriyle onu yönlendirir, yetiştirir, kendisi gibi bir ajan olmasını sağlar. ve en sonunda karahanlı'nın kurduğu imparatorluğu yıkmak için yine karahanlı'nın oğlunu kullanır. operasyonun adı da "kurtlar vadisi"dir. "
işte kurtlar vadisi'nin ilk bölümü bu noktadan sonra başlar ve biz yukarıdaki hikayenin işaretlerini 2.sezonun sonunda alırız, 3.sezonun ortasında da tam olarak öğreniriz.
ve bu hikayeye muazzam bir derinlik katar. yüzeysellikten kurtulur. her karakter daha fazla anlam kazanır. bizi hikayeye bağlayan asıl nokta da burasıdır. diğerleri yan unsur olarak kalır.
buna paralel olarak diğer bir teknik başarı da, bu hikayeyi gizleme ve süründürmedir. bir eksi olarak hanesine yazmak gerekirse kurtlar vadisi aslında çok ama çok yavaş bir diziydi. hikayeyi çok yavaş götürdüler. normalde bu dizinin ömrü 50 bölümdür. bu hikaye 50 bölümde çok rahat anlatılabilirdi. sadece çakırın ölmesi 3 bölüm sürdü ve 3 bölüm sadece 1 geceyi anlatıyordu. bunu da dizinin popülaritesini kullanarak yaptılar. yeri geldi 1 bölüm boyunca sadece çakır-polat ve ekibinin geyiğini izledik. ama sıkılmadık, çünkü muhabbetleri sarıyordu. yani bu geyik bölümler sayesinde hikayeyi dinlendirdiler. böylece bölüm sayısı arttı ve hikaye uzadı.
lost bunu çok yaptı. şu anda da person of interest yapıyor gördüğüm kadarıyla... ilk 2 sezon 2 ya da 3 bölümde bir the machine ile ilgili bir kaç sahne gördük. onun haricinde verilen numaların kurtarılma hikayeleriydi. 



3. karakter özdeşleşmesi

ünlü senaryo hocalarının bu konudaki ortak görüşü şudur:
"karaktere yatırım yapmayan hikaye başarısızdır"
dizi,daha doğrusu olay örgüsünü yürüten unsur karakterdir. derin ve sempatik karakter, derin bir hikayenin habercisidir. dolayısıyla hikayeyi iliklerimize kadar hissetmek istiyorsak karakterleri sevmeli ve onlarla özdeşleşmeliyiz.
hikaye kurmanın ilk şartıdır...
"hikayeler okuyucuda/izleyicide bir duygu uyandırmalıdır"
bu duygunun bizde uyanması karakter vasıtasıyla olur. günlük hayattan örnek vermek gerekirse...
a şehrinde yaşıyor olalım ve b şehrinde tanımadığımız bir x kişisi ölmüş olsun. bu olay bizi ne kadar etkiler? şüphesiz etkileyebilir. ama en yakınımız ve en sevdiğimiz kişi kadar asla etkilemez. dolayısıyla insan sevdiği ve özdeşleştiği kişiyi temele alır.
eğer hikaye bize karakteri sevdirdiyse onun başına gelen her şey bizi sevindirir/duygulandırır. işte çakır öldüğünde milletin delirip cenaze namazı falan kılması kurtlar vadisi'nin bu kuralı ne denli başarılı uyguladığını gösterir.
bunun için belli yöntemler vardır. hikayenin en başında bu kural kesinlikle uygulanmalıdır. aksi takdirde hikaye çöker. kurtlar vadisi'nden örnek verelim...
çakır ilk bölümde 3 tane adam öldürür. bu adam psikopat dersin ama daha sonra gidip çocuklarla top oynar. yüzünde gülümseme belirir ve onun bu deliliğinden hoşlanırsın. ("katili sempatik gösterme" adlı ahlaki ödevimiz bu yazının konusu değildir, sadece teknik inceleme yapıyorum) ali candan'ı ilk olarak kosova'da tatbikatta görürsün ve başarılı bir özel kuvvet lideri olduğunu anlarsın.
sırf elif'le birlikte ali'nin ölümüne üzülelim diye ilk bölümün yarısından fazlasını elif ile ali candan'ın birlikte olduğu sahnelere ayırdılar. eğer elif ve ali arasındaki aşkın bu sahneler sayesinde büyüklüğünü anlamasaydık ali'nin ölmesinin bizim için bir anlamı olmayacaktı.
behzat ç. başlığı altında erdal beşikçioğlu için "amirim" diye bahsedilmesi, ya da sevilen dizilerin başlıkları altında bazı karakterler için "x reyizz" tarzı ifadeler kullanılması hep bu "özdeşleşme" tekniğin birer ürünüdür.
kurtlar vadisi'ndeki iyisinden kötüsüne her karakter için bu kullanılmıştır. dolayısıyla ustasıyla anasını yatakta basan marangoz çırağının testereyle anasını kestiğini bildiğimiz için testere necmi bizim için anlam kazanır. ya da karısını asan laz ziya bizim için hikayenin olmazsa olmazı haline gelir.
işte bunlaaaar hep karakterlere yapılan yatırımlardır. derin karakterler derin hikayeler oluşturur. derin hikayeler de her zaman ilgi çeker.
diğer bir husus, karakterlerin bize çok yakın olmasıdır.
herkesin mahallesinde seyfo dayı gibi biri olmuştur. hikmet gibi bir karaktere benzeyen bir sürü arkadaşımız olabilir. abidin gibi adamları kim sevmez? güllü erhan gibi ilginç adamlar ilgimizi çekmez mi? memati gibi adıyla bile bir şey anlatan adam nasıl sevilmez? erdal kömürcü, babası abuzer, tuncay kantarcı, halo dayı, iplikçi nedim... hepsi orjinal ve sempatik karakterler...
bana kalırsa kurtlar vadisi'nin sevilme nedenleri aslında bu saydığım maddelerdir. bunun yanında yan unsurlar da vardır ama ben sadece izlerken farketmediğimiz ama aslında temeli oluşturan bir takım senaryosal teknikleri anlatmak istedim. bu ilgi sadece, türk insanının aksiyon ve mafya açlığının doyurulması olarak tanımlanamaz. bu işin tekniğine ihanettir.
ha hataları yok mu? var...
mesela bazı sahnenin araklama olması...
polat'ın şevko'nun mekanını bastığı sahne, kamera açıları ve duvara fışkıran kan efekti dahil tıpkısının fotokopisi "leon" filminden alıntıdır. bunu gönderme olarak algılayanlara da saygı duyarım.
hikayenin çok yavaş gitmesi, gerçekten ama gerçekten maalesef mafyanın sempatik gösterilmesi vs. çeşitli hatalardır. (breaking bad ile kıyaslamayınız. şu anda metamfetamin furyası amerika'da breaking bad'e bağlanıyor mu acaba? bilenler söylesin...)
vadi'den sonra hiçbir mafya dizisi tutmadı. ezel'e sırf içinde "yüz değiştirme" muhabbeti var diye şans vermedim.97 bölümü bunun üzerine kurmuş bir diziden sonra tekrar aynı eksenli bir dizi yapmak bana etik gelmedi. çok başarılı bir dizi olduğunu biliyorum ezel'in. ama keşke temeli başka şekilde kursaydı.
farklı teknikler deneyen diziler oldu. 24'ü taklit etmeye çalıştılar, bizim milleti kesmedi. bilgi işlem merkezinden gps'le takip ettiğin adam için kovalayanlara "güneye gidiyor, güneye gidiyor" dersen kesmez tabi. herkes der ki "güney ne lan"...
"son" diye bir dizi lost'un kullandığı mystery box tekniğini kullanayım dedi, ama kitleyi genişletemedi.
ama sıradışı bir cinayet şube amiri çıktı, fenomen oldu. neden? çünkü bizdendi... erdal bakkal bizdendi, ramiz dayı bizdendi.



kurtlar vadisi 97 bölümde bitmiştir. hikayesini tamamlamıştır. pusu versiyonu tamamen belgesel amaçlıdır ve hikayeye hizmet etmemektedir. bütün çekiciliğini kaybetmiştir. 97 bölümde sadece 2 kere sıra dışı şekilde vurulan polat, 10 bölümde bir hastaneye yatar hale gelmiştir. karakter özdeşikliği kaybolmuştur. hala anlamsız şekilde sürebiliyor ve izlenebiliyor olmasının tek sebebi o ilk 97 bölümün hatrından başka bir şey değildir.
pusu versiyonu michael jordan'ın wizards kariyeri ya da schumacher'in mercedes kariyeri gibidir. aynı tadı vermesi mümkün değildir. suni ve yüzeysel bir karakter yığını ve hükümet politikası senaryosuyla akp izleyicisine hizmet eder duruma gelmiştir.
efsane olarak kalmalıydı. ama para hırsının demek ki efsaneleri çamura dönüştürmesi bizim insanımız için normal...

23 Mayıs 2019 Perşembe

INSTAGRAM'IN OKU(MA)YANLARI

Her şeyin bokunu çıkarırcasına hiç etmek bizim genlerimizde var.

Elimize geçeni hunharca tüketiyoruz. Son 10 yıldır da "paylaşım" tüketiyoruz. Yediklerimizi, içtiklerimizi, gördüklerimizi, oramızı/buramızı... Hani bir ara "sunum" çılgınlığı vardı. Şu, çokoprensleri kurdeleye saran yeni gelinler... Şimdi de sıra kitaplara geldi.

Aslında kitap paylaşma eskiden beri var ama yeni bir konseptle karşı karşıyayız. Şu an burada isim/hesap vs. vermeyeceğim tabi ama enteresan bir grup türedi son zamanlarda instagram'da. Kitap paylaşıyorlar deli gibi:

"kitaplarım geldi :)) (milyon tane emoji)"
"Bugün bunu okuyorum!"

gibi değişik değişik paylaşımlar...

Şimdi bunda ne var? diyebilirsiniz.

İşin garip tarafı hepsi de birbirinin kopyası. Eğer paylaşım yaptığı hesaplara bakmazsan anlayamazsınız kimin paylaşımı olduğunu. Bu tipleri biraz özgürce eleştirmek ve ti'ye almak istiyorum:

1-) Yüzde doksan dokuzu kadın kullanıcı. Garip olanı bu yüzde doksan dokuzun, yüzde doksanı da çok büyük ihtimalle herhangi bir işte çalışmıyor. Belki saatli paylaşım yapıyordur ama sabah 11.00'da salonunda çaylı/kahveli/kitaplı paylaşım yapmazlardı tersi olsaydı. Bir de devlet kütüphanesi kadar kitaplıkları var bunların. Ne yiyip ne içiyorsunuz anlamıyorum ki? Paranın kaynağı nerde? Salonda en az 20 bin liralık kitap var ama ablanın işi yok. Kocası zengin olabilir tabi bir şey diyemem ama içlerinde bekarlar da var. Bir de bu kitaplık öyle ev kitaplığına hiç benzemiyor(!) Bildiğin D&R ya da Nezih Kitabevi havası var salonun ortasında. Nedenini en son söyleyeceğim.

Tabi kitaplıkta en az kitap kadar inciğin,boncuğun,çiçeğin,bokun püsürün olduğunu unutmayın.

2-) Şimdi normal bir insan evladı isen okuduğun,faydalı bulduğun, dikkat çekmek istediğin bir kitabı instagram hesabından paylaşabilirsin. Bunun kadar doğal bir şey olamaz hayatta. Kitabın fotoğrafını çeker, "tavsiye ediyorum, şundan şundan bahsediyor." dersin olur biter. Peki bu alttaki olay ne? O otlar da neyin nesi? O boyanmış kozalaklar ne alaka? Kahve içmeden kitap okunamıyor mu yahu bu ülkede? Ben şahsen öyle günler oluyor ki "dana gibi yatarak" okuyorum. Ne masası, çayı kahvesi...

3-) Okuduğu kitaba dair herhangi bir yorumu da yok bunların. Arkasındaki yazılardan alıntı yaparak, "harika, usta kalem, şahane" diyerek kitap tanıtımı mı olur lan? Bize anlatsana, heyecanlandırsana, spoiler vermeden, üstü kapalı şekilde biz de az çok "Aa ne enteresan bir kitapmış, okunabilir." diye düşünelim. Tabi okuduysan. (!) Geçen biri "Hindu Tanrılara yapılan yakarışları anlatan" 700 sayfalık bir kitap paylaştı. Çok beğendiğini ve detaylarını paylaşacağını söyledi. 5 ay oldu detay yok :) O konuda tanrılara ben de çok kırgınım.

4-) Eğer amacın gerçekten eleştiriyse, gerçekten okur yazarsan beğenmediğin kitapları da paylaşmalısındır. Çünkü okuyan/yazan biri kitapları okurken yüksek eleştiri motorunu her daim çalıştırır. Maalesef bu ablalarımızın hiçbir paylaşımında beğenmedikleri kitapları göremezsiniz. Okuyup paylaştıkları bütün kitaplara tabiri caizse "aşık" oluyorlar. Tabi bu aşklarını yaklaşık 16468431 adet emojiyle belli edebiliyorlar. Niye paylaşmıyor beğenmediğini yazının sonunda söyleyeceğim.
5-) Paylaşımlardan daha eğlenceli kısmı ise yorumlar. Yorum yapanların da yüzde doksan dokuzu kadın kullanıcı. Ve bu yorumların yüzde doksan dokuzu da yukarıdaki gibi olan paylaşımlar için ne yorum yapıyorlar biliyor musun?

"Harika fotoğraf!"

Fotoğraf mı? İyi de orada bir kitap var. Yorumlarda kitapla ilgili düşüncelerini paylaşan, okuyup okumadığını, beğenip/beğenmediğini izah eden yok. Yani ortada entelektüel olmanın ilk temel şartı olan kitap var, ama ortam Çamçeşme Mahallesi Orkide Sokak Kısır Günü tadında. Bence kitaptan çok ordaki sçma sapan otlara, kahvenin üstündeki kalbe filan baktılar. Yorum yapanların  en önemli olayı da yaptıkları yorumların sonuna iliştiriverdikleri sinsi bir ifade:

"sayfama beklerim (64851354864 emoji) "

Yani diyor ki abla "boşverin bunu siz, bana gelin bana!"

6-) Bir de nedense hep roman okuyor bunlar. Kimisi var, sadece aynı yayınevinin(!) sadece "Dünya Klasikleri" bölümünü okuyor mesela. Çok enteresan. Yahu arkadaş sizin hiç bu hayata, sanata, bilime, kültüre, teknolojiye hiçbir şeye ilginiz yok mu lan? İlkokul birinci sınıfta Cin Ali ile başlayıp bir tane bile hayata dair güncel bir probleme parmak basan kitap okumadan 40 yaşına kadar hikaye roman okumanın neresi entelektüellik? Neresi okur/yazarlık? Okur/yazar insan aydın statüsünde olmalıdır. Işık olmaya çalışmalıdır, söyleyecek bir sözü olmalıdır.

Hadi dünya klasikleri kitapları paylaşanların okuduğunu düşünerek olumlu bulduğumu ifade edebilirim. Klasik okumak önemlidir çünkü. Ancak başka bir grup var ki Çeliktepe Anadolu Lisesi kütüphanesi kadar kitaplığı var ve hepsi (abartmadan söylüyorum hepsi) vampirli, Canan Tan, Dan Brown, Harry Potter, Kahraman Tazeoğlu, Tuna Kiremitçi tarzı ya da ergen turnusolü olan -WattPad midir ne zıkkımdır, orada kendini yazar zanneden ergenusların yazdığı aşklı/meşkli/erotik gençlik hikayelerine benzeyen kitaplarla dolu. Arkadaş bu nasıl iş? Okuma daha iyi ya! Parana yazık.

6-) Tabi ki aralarında gerçekten birikimli insanlar da var. Gerçekten okuyan, gerçekten yazanlar da var, hakkını yemeyelim herkesin. Benim sözüm anlattığım tipte olanlara.

Peki neden bu ablalar böyle?

Çok basit. Yayınevlerinin reklam stratejilerinin birer ürünü bunlar. Yoksa hindu tanrılara 700 sayfada yazılan ilahileri, bir önceki okuduğu kitap Dan Brown olan biri okuyabilir mi? Kim inanır lan buna? Yayınevleri yağdırıyor kitabı, bunlar da okuyorum ayağına paylaşıyorlar işte. Yollarını buluyorlar, ekmek parası.

Çok da şey yapmamak lazım.

:)





22 Mayıs 2019 Çarşamba

SUSURLUK KAZASINA DAİR HER ŞEY


Ekşi Sözlük'te yazdığım ve daha sonra Ekşi Şeyler'de yayınlanan yazım...


Kısaca hatırlatalım: Susurluk skandalı, 3 Kasım 1996'da Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde meydana gelen trafik kazası sonucu, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya çıkması ile patlak veren bir skandal.

susurluk konusunda sözlükte bulunan derli toplu bilgi açığını kapatmak anlamında bir özet hazırladım. çünkü bu karmaşık ilişkiler ve kişiler yumağından oluşan bu sistemi çözmek zor. herkes kazadan sonrasını konuştu. susurluk'u susurluk yapan, mercedesin kazası değil; kazaya kadar uzanan hayret verici kanlı bir süreçti. her ne kadar bu olay hakkında binlerce sayfa kitap yazılmış olsa da bir özet çıkarmak ve buraya bırakmak, o günleri yaşamamış her türk gencinin bunları okuyarak yakın tarihte ülkesinin ne durumda olduğunu öğrenmesi bakımından önemlidir diye düşünüyorum. yazı uzun gelebilir belki; ancak emin olun bir bu kadar da anlatılmayan var içinde. hatta bu yazıya özet değil, özetin özeti demek daha doğru olur. (not: susurluk'un diğer kolu olan jitem gerçeğini burada ele almadım.)

yıl 1990

her şeyden önce, devletin derinliklerinin bir panoramasını çıkararak başlamamız gerekiyor:
devlet terör belasından bıkmış ve bir çare arama peşindeydi. şehit haberleri ülkenin ciğerini dağlıyordu. devletin içinde bu işin cephe savaşı, barış, anlaşma, konuşma vs. ile olmayacağını iddia eden bir grup, gayriresmi yollarla pkk ile mücadele edilmesi gerektiğini savunuyordu. bu grubun başı da tansu çiller ve ekibiydi. çiller özel örgütü bu günlerde gündeme gelmeye başladı. varlığı hala kesin olarak kanıtlanmasa da raporlardan, tutanaklardan ve eski bürokratların ifadelerinden bildiğimiz bir örgüt bu. yani devlet, cephe savaşı yaparak bitiremeyeceğini düşündüğü pkk'nın metropol ya da iş dünyası ayağını, para kaynaklarını, savunanları, savunduğu düşünülenleri yani damarlarını keserek bitirmeyi planlamıştı. sadece pkk değil, sol gruplar da hedefteydi. beyaz toroslar dönemi resmen başlamak üzereydi.



Fotoğraf: DHA

gelelim susurluk denince akla gelen ilk isim olan abdullah çatlı'ya

abdullah çatlı isviçre'de kaldığı cezaevinden kaçmış ve bir şekilde ailesiyle birlikte istanbul'a dönmüştü. interpol tarafından tüm dünyada aranıyordu. levent'te bir ev kiraladılar ve 2 sene boyunca işsiz gezdi çatlı. fransa'da kalırken sosyal yardımlardan biriktirdikleri paralarla geçiniyorlardı. ya da kardeşi zeki çatlı'nın şirketinden üç beş kuruş alıyordur, bilmiyorum. bu işssizlik günlerinde de eski arkadaşlarının ofislerinde takılıyor ve anap'ta faaliyet gösteren eski ülkücülerle temasa geçiyor, başında bir bela olarak gördüğü "1977 bahçelievler katliamı" davasının düşmesi için kulis faaliyetleri yapıyordu.
bir müddet sonra çatlı mehmet özbay isimli sahte bir kimlik sahibi oldu. arkasından aynı isimli bir ehliyet ve pasaport.
sonra bir gün nevşehirli (yani hemşerisi) bir arkadaşı vasıtasıyla istanbul emniyetinde özel harekat şube müdürlüğü yapan ibrahim şahin'le tanıştı. onun vasıtasıyla da istanbul emniyet müdürü mehmet ağar'la... yani interpol tarafından aranan bir adamla istanbul'un güvenliğinden sorumlu en üst düzey yetkili çok rahat tanışabiliyorlar (susurluk'un özeti bu işte). her ikisi de olaylar patladıktan sonra onu mehmet özbayolarak bildiklerini ifade etseler de buna kediler bile inanmadı.
bu tanışmadan sonra, sahte kimliğinin de verdiği rahatlıkla çatlı, şirket kurmaya, iş kovalamaya ve ticaret yapmaya başladı. bir yandan da devlet içinden dışından üst düzey kişilerle sürekli tanışıyor, ilişki ağını genişletiyordu. özel harekat komutanı ve "efsane yarbay" lakaplı korkut ekenbunlardan biriydi. hatta mit kontr-terör daire başkanı mehmet eymür... ikisi de 1987'de yayınlanan 1.mit raporu'ndan sonra mit'ten atılmışlardı. antalya'da ortak bir buz fabrikası açtılar. abdullah çatlı da yolu düştükçe ikiliyi ziyaret ediyordu. sonra eken ve eymür'ün şirket yüzünden araları bozuldu. bu olaya tekrar geleceğiz.



Abdullah Çatlı

sonra ilginç bir açıklama geldi

dönemin başbakanı tansu çiller, 4 kasım 1993'te bir otelde "türkiye milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış terör hareketiyle karşı karşıyadır. pkk'nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz. hesap soracağız. " diye açıklama yaptı.
beyaz toros dönemi fiilen başlamış oldu. güneydoğu'da daha çok bu tarz arabalar kullanılırken büyükşehirlerde tepe lambası olan sivil araçlar kullanılacaktı.
tansu çiller'in açıklamasından birkaç ay sonra cinayetler başladı.
14 ocak 1994: kürt kaçakçı behçet cantürkkaçırılıp öldürüldü.
28 mart 1994: diyarbakır liceli kaçakçılar salih ve fevzi aslan "bizimle emniyete geleceksiniz" denilip kaçırıldı ve öldürüldü.
ve daha bir sürü isim...
bu cinayetlerde çatlı var mıydı yok muydu bilmiyoruz. ama 14 haziran 1994'te çatlı mehmet özbay kimliğiyle can güveliğini gerekçe göstererek silah ruhsatı müracatı yaptı. valilik uygun görmeyip başvuruyu reddetti. sonrası malum:
4 temmuz 1994 günü içişleri bakanlığı onayıyla, "emniyet genel müdürlüğü uzmanı" kimliği ve silah ruhsatı verildi. izin belgesindeki imza: mehmet ağar
peki başvurudaki adrese ne yazmıştı çatlı?
polis lojmanları... yani interpol tarafından aranan birine silah ruhsatı verebilmek için bütün devlet seferber edilmişti. 

faili meçhuller son sürat devam ediyor, çatlı da servetini arttırıyordu

sürekli yurt dışına çıkıyordu, eşi birkaç kez ticaret için yurt dışına çıktığını doğruluyor. ama her seferinde havaalanında sıkıntılar yaşıyordu. hatta bir keresinde "şahin ekli"adına düzenlenmiş sahte bir pasaportla çıkış yaparken şüpheli görülerek gözaltına alınmış ancak bir yerlerden gelen telefonla serbest bırakılmıştı. bunun üzerine mehmet özbay'a (yani abdullah çatlı'ya) "maliye müfettişi"sıfatıyla yeşil pasaport verildi, çatlı tekrar rahatlatıldı. üstelik gerçek mehmet özbay ile de tanışıyor, çatlı'nın dara düştüğü durumlarda gerçeği imdada yetişiyordu.
bu sırada daha önce bahsettiğim mit'ten atılan mehmet eymür 1994'te tekrar mit kontr-terör daire başkanlığına getirildi. ancak bu sefer de eski ortağı "efsane yarbay"korkut eken, mehmet ağar'ın danışmanı olarak emniyet kadrosuna girdi. bu sefer can dostu değil, can düşmanıydılar.
mehmet eymür'ün tekrar mit'e dönmesi işlerin dönüm noktasıydı...



Mehmet Eymür

şimdi buraya kadar beyniniz çorbaya döndüyse saydığım olguları birleştirerek toparlayayım

en başta bahsettiğim çiller özel örgütü, mehmet ağar ve özel harekatçı ibrahim şahin liderliğinde kuruldu. abdullah çatlı'yla tanışıldıktan sonra ülkücülerin ve mafyanın gücünden faydalanmak istediler. daha sonra aralarına korkut eken katıldı. bu ekip nihai olarak marjinal sol ve pkk üyelerine ya da sempatizanlarına karşı gayrimeşru bir harp yürütecekler, örgütleri içten çökertmeye çalışacaklardı.
özetleyerek ekibi sayalım...
mehmet ağar: oluşumun başı. herkesi bir araya getiren ve onlara sahte kimlikler, silah vs. ayarlayan emniyet müdürü.
korkut eken: eski mit mensubu ve özel harekatçı. eymür'le yakın dost ve ortakken bozuşup ayrılıyorlar. eken'in görevi bu ekipte yer alan sivil vs. kişilere silahlı eğitim vermek.
ibrahim şahin: istanbul özel harekat şube müdürü. emrinde yer alan bir sürü özel harekatçı polis memuruyla birlikte, faili meçhullerin uygulayıcısı.
abdullah çatlı: eski ülkücü mafya. aslında çok bir fonksiyonu yokmuş gibi duruyor bu ekipte ama korkut eken bir ifadesinde şunu söylüyor: "abdullah'ın bağlantıları çok genişti. her yerde adamı vardı. avrupa'da olan biriyle ilgili bilgi istediğimizde bazen kendi giderek bazen bağlantılarını kullanarak bize detaylı istihbarat sağlıyordu." üstelik mevcut mafya örgütleri üzerinde müthiş bir hakimiyeti vardı. abdullah çatlı dendiğinde akan sular duruyordu.
sedat bucak: bucak aşireti reisi, dyp milletvekili. mehmet ağar kendisine silah desteği sağlıyor ve bu silahlarla bucak aşiretinin korucuları güneydoğuda pkk ile savaşıyorlardı.
özel harekatçı polisler: oğuz yorulmazayhan çarkınayhan akçaziya bandırmalıoğlu. olaylar patladıktan sonra bunlardan en çok konuşanı ayhan çarkın oldu. zaman zaman çelişkili ifadeler verse de her zaman söylediği şey şuydu: "bu işin asıl sebebi ibrahim şahin ve mehmet ağar'dır. şahin bize isim adres veriyordu, biz de gidip öldürüyorduk. kaç tane cinayet işlediğimi hatırlamıyorum bile. 1000 kişiyi öldürmüşümdür. bazen arkadaşlarım sıkıyordu bazen ben. ama ibrahim şahin bize vatan görevi diyordu, yapıyorduk" (kan dondurucu). bu özel harekatçıların birçoğunun yargısız infaz suçundan yargılandıklarını hatırlatayım.
(ayhan çarkın bir ara bir youtube kanalında belirdi. alkolden mi yoksa madde kullanımından mıdır bilinmez. her şeyi anlatıyor ve sürekli zafer işareti yaparak "yaşasın halkların kardeşliği" filan diyordu. yani vicdanı onu rahat bırakmamıştı.)
yeşil (mahmut yıldırım): aslında yeşil tam bu ekipte değil. daha doğrusu yeşil'in ekibi yok. bir gün bakıyorsun dağda terörist avlıyor, bir gün bakıyorsun suriye'de, bir gün ankara'da. kim, ihtiyacı varsa kullandı yeşil'i. jitem, mit, emniyet...
sami hoştan (arnavut sami): çatlı'nın yakın dostu ve kumarhaneler kralı ömer lütfi topal'ın ortağı. ekibin finansörü olduğu söyleniyor.
haluk kırcı: çatlı'nın en has adamı. bahçelievler katliamında tetiği çeken adam.
ve adını saymadığım bir sürü eski ülkücü mafya... 
şimdi bu kısma kadar mideniz kaldırdıysa şu teoriyi dile getirebilirsin:
"kardeşim adam terörü bitirmek için son çare olarak buna başvurmuş. çünkü o dönem güneydoğu'dan tek seferde 30-40 şehit haberinin geldiği dönemler. demek öyle gerekmiş, hükümet de böyle bir savunma refleksi geliştirmiş. keşke olmasaymış ama neticede vatan için yapmışlar, mecbur kalmışlar belki de."
haklı olabilirsin belki ama bundan sonrasını okuduğunuzda düşünceleriniz değişebilir.
çünkü bu ekip sadece gayri nizami şekilde savaşmıyordu. uyuşturucu, kaçak mazot ticareti yapıyor, kumarhanelere ortak olmaya çalışıyor, devasa miktarlarda haraç topluyor, haraç vermeyenleri pkk'lı ya da dev-solcu diye öldürüyor ya da tehdit ederek düzenli haraca bağlıyor, üstelik bunları emniyet kimlikleriyle yapıyor, başlarına bir iş geldiğinde anında tepeden müdahale ediliyordu. zaten işin bokunun çıktığı asıl nokta burası. 



Mehmet Ağar

şimdi bunlardan birkaç örnek vereyim

1) 25 mayıs 1996'da "dünyanın en büyük kaptagon tüccarı" olarak nam salan gaziantepli mehmet ali yaprak polis yelekli ve telsizli kişiler tarafından tepe lambalı sivil bir araca bindirilerek kaçırıldı. ekibin içinde haluk kırcı da vardı. yaprak'tan "vergi" istediler, işkenceli pazarlık 3 milyon markta bitti. parayı alan polis kılıklı adamlar yaprak'ı serbest bıraktılar.
2) abdullah düşünmez isimli yüksekovalı uyuşturucu kaçakçısı, bir gece ramada hotelin çıkışında polis yelekli adamlar tarafından tepe lambalı sivil araca bindirilerek kaçırıldı. gözleri bağlandı. ıssız bir yere götürdüler. "soyun, senin hakkındaki kararı telefondaki kişi verecek" deyip birini aradılar. aradıkları kişiye "reis" diye hitap ediyorlardı. sonra "korkma sen liceli değilsin, seni öldürmeyeceğiz ama bize vergi vermen lazım." diyerek 300 bin mark para istediler. abdullah düşünmez kabul etti ve parayı alıp serbest bıraktılar.
3) abdullah çatlı bağlantılarını kullanarak kocaeli mafyasından hadi özcan'la kaçak mazot işine girdi. görüntü, o zamanlarda pkk yanlılarının elinde olan kocaeli mazot piyasasına girip, kürtlerin elinden bu işi almaktı. ergenekonun meşhur ismi jitemkomutanı veli küçük'le ilk burada tanıştı ve onun vasıtasıyla yeşil'le.
4) çatlı devamlı kıbrıs'a gidiyor ve arkadaşı kumarhaneler kralı ömer lütfi topal'la geziyordu. bazen kumarhane almak isteyen arkadaşlarına aracı oluyor, tahsilat problemlerini çözüyordu. ancak kıbrıs'ta kimse çatlı'ya haraç vermeden kumarhane açamıyordu. örneğin haraç vermeyi kabul etmeyen kıbrıslı iş adamı öner kaan, jasmine court oteli'nin kumarhanesi için masraf etmişti. açılışa bir gün kala kumarhane birileri tarafından yakıldı. yakılan kumarhaneyi ise ömer lütfi topal aldı.
5) haluk kırcı, bir operasyonda göz altına alındı. hemen bir yerlerden telefon geldi, müdürün odasında ağırlandı, yemek ısmarlandı. ve sonra haluk kırcı emniyet'ten elini kolunu sallayarak çıktı. tutanağa ise şu yazıldı: şüpheli şahıs kaçtı!
6) hatta inanamayacaksınız ama ibrahim şahin, korkut eken ve mehmet ağar azerbaycan'da darbe yapmaya karar verip abdullah çatlı'yı oradaki gençlere dövüş ve silah eğitimi vermesi için azerbaycan'a gönderiyorlar. demirel'in aliyev'e darbeyi haber vermesi üzerine darbe başarısız oluyor ve bu sefer ekip kendi içinde birbirine düşüyor. bu konu çok uzun ve geniş... o yüzden burada kesiyorum.
7) youtube'da yayınlanan ve doğruluğu kanıtlanamayan bir kayıtta, yeşil kod adlı mahmut yıldırım güneydoğu'da kaçakçılık yapan tilki selim'i arayıp özeten şunu söylüyor. "sen eğer elini kolunu sallayarak kaçakçılık yapıyorsan bu benim sayemde. ben izin verdiğim için bu noktadasın. eğer araya tanıdıklarımız girmeseydi ben gelip seni allahına kadar kazığa oturtacaktım. o yüzden sakın yalnız yeme. yalnız yersen kustururlar adama. ben sana bir hesap numarası vereceğim oraya bi şeyler gönder beraber yiyelim." yani "haracını ver, işine devam et"demek istiyor yeşil.
yani bu adamlar devlet kimlikleriyle her türlü hukuksuzluğu hiç çekinmeden ve bizzat devletin güvencesi altında gerçekleştiriyorlardı.



Ömer Lütfi Topal

peki bu ne zamana kadar devam etti?

susurluk kazasına kadar diyorsanız yanılabilirsiniz. bu işlerin asıl patlama noktası birbirlerine düşmeleri ve birbirlerini ifşa etmeye başlamalarıdır.
yazının başında 1994'te mit kontr-terör daire başkanlığına getirilen mehmet eymür'den ve çete elemanı korkut eken'le aralarının bozulmasından bahsetmiştim. işin emniyet tarafında bunlar olurken mit tarafında da mehmet eymür benzer şekilde çalışmalar yürütüyordu. banka ve kumarhane ortaklıkları, yeşil'i ne olduğu belli olmayan operasyonlarda kullanması ve meşhur tarık ümit ile çalışması... neticede beklenen oldu ve çıkarları çatışan eymür ve ağar ekibi birbirlerine düştüler. susurluk için "iki mehmet'in kavgası" denilmesinin sebebi budur.
aslında çatışmanın temelinde para olduğu kadar itibar kavgası da vardı. her iki grup da, hem mit hem emniyet, terörle mücadelede ün yapacak sansasyonel eylemleri yapmak istiyorlardı. abdullah öcalan'ı öldürme planı bunlardan biriydi. çok büyük titizlik ve muazzam bir işbirliği içinde çalışması gereken iki devlet kurumu birbirleriyle çatışıyor, bilgi-belge saklıyor, birbirlerinin faaliyetlerini engellemeye çalışıyorlardı.
bu çatışmanın ilk önemli olayı, lazko ve smitko isimli iki iranlı uyuşturucu kaçakçısının öldürülmesidir. bu iki isim o günlerde çatlı'nın kontrolünde olan istanbul uyuşturucu piyasasına girmek için yüklü miktarda mal sokmuşlardı türkiye'ye. aynı zamanda pkk ile ilgili mit'e, yani eymür'e, istihbarat sağlıyorlardı ve bu yüzden kirli işlerine göz yumuluyordu. ancak bir gece yine beklenen oldu. 14 ocak 1995'te yine polis yelekli kişilerce tepe lambalı sivil araca bindirilip kaçırıldılar. cesetleri 28 ocak 1995'te silivri'de bir dere içinde bulundu. bulgulara göre bir gece önce öldürülmüşlerdi. yani uzun bir işkenceli sorgu süreci vardı arada. ağar ve ekibi, eymür'e önemli bir darbe vurmuştu. mit ve emniyet resmen savaşa girmişlerdi. mit'e bilgi veren ülkücü mafyalar da birer birer vuruluyordu. 

asıl savaş tarık ümit olayında yaşandı

tarık ümit 90'lı yıllardan önce mehmet eymür'e sürekli istihbarat sağlayan bir kaçakçıydı. korkut eken'le mehmet eymür'ün can yoldaşı olduğu yıllar... ancak ikilinin arası bozulunca tarık ümit bir nevi ortada kalmış oldu. 90'lı yılların başında da korkut eken, tarık ümit'i mehmet ağar'la tanıştırınca, mehmet eymür satranç tahtasında filini kaybetmiş oldu. tarık ümit artık eymür için değil mehmet ağar ve ekibi için çalışıyordu. en önemli görevi de o tarihte avrupa'da olan dev-sol lideri dursun karataş'ı yakalamaktı. gel zaman git zaman tarık ümit, ağar ve ekibinin faaliyetlerinden rahatsız olmaya ve mehmet eymür'e ufak ufak çeteyle ilgili bilgi sızdırmaya başladı. yani ikili oynuyordu. bunu öğrenen çatlı ve arkadaşları küplere binmişti. korkut eken, tarık ümit'in ofisini aradı ve telefona bakan sekretere "tarık'a söyle bizi sattı, hesabını soracağız" diye konuştu.
ve 2 mart 1995 günü bağdat caddesi'nde bir kafede otururken yanına gelen çeteden arkadaşları özel harekatçı ayhan akça ve ziya bandırmalıoğlu ile görüldü. kendisinden bir daha haber alınamadı. hala daha cesedi bulunmuş değil. en kuvvetli iddia ise abdullah çatlı tarafından çete üyesi sami hoştan'ın çiftliğinde sorgulandığı ve öldürülüp bir yere gömüldüğüdür. çok konuşan adam ayhan çarkın geçenlerde yer göstermek için polislere ifade verdi, silivri taraflarında kazı-arama yapıldı ancak cesede ulaşılamadı. ayhan çarkın, bölgede inşaatlar yapıldığı için araziyi hatırlayamadığını söyledi.
mehmet eymür en önemli adamını kaybetmişti. tbmm susurluk araştırma komisyonu'na verdiği ifadesinde özetle şunları söyledi:
"çatlı'nın elinde sorgudaydı. hemen mehmet ağar'ı aradım. tarık ümit'in çatlı'nın elinde olduğunu söyledim. o da bana 'olmaz öyle şey, ben hemen ibrahim şahin'i arayıp bıraktırıyorum, bu tosunlar bizden habersiz iş yapmazlar.' dedi"
ümit'in kaybolmasının ardından 21 mart 1995'te meydan gazetesinde bir haber yayınlandı: tarık ümit, abdullah çatlı ve ekibi tarafından kaçırıldı.
çatlı adı 1980'lerden beri ilk defa bir gazete haberindeydi. o zamana kadar nerede olduğu bilinmeyen ve gizlenen çatlı ifşa olmuştu. ya da birileri tarafından bu bilgi sızdırılmıştı. mehmet eymür intikam alıyor ve gözdağı veriyordu."bak akıllı olun, sizi ifşa ederim." 
peki neden ihbar edip yargılanmalarını sağlamak yerine bu şekilde bir yol seçmişti mehmet eymür?

çünkü eymür de çatlı'yla zamanında ilişki kurmuş, 1980 öncesinde ya da asala operasyonları döneminde bizzat kendisiyle çalışmıştı. eymür bunun ortaya çıkmasından endişe ediyordu. yani sütten çıkmış ak kaşık olmadığının ve çatlı konuşursa onun da başının belaya gireceğinden adı gibi emindi. onun için hep böyle arkadan dolanmalı mesajlar veriyordu. bu haberden sonra soruşturma başlatılıyor ve özel harekatçı polislerden bazıları gözaltına alınıyor. ekip bir anda deşifre olma korkusuyla paniğe kapılıyor, her biri bir yere dağıtılıyordu.
korkut eken güneydoğu'ya göreve, abdullah çatlı korunaklı bir şekilde ankara'ya, diğer elemanlar da azerbaycan'a gönderiliyor, devletin en önemli iki güvenlik kurumu mafya üzerinden birbirleriyle mücadele ediyordu.



Tarık Ümit ve Abdullah Çatlı

ortalık durulunca çatlı istanbul'a geri döndü ve işlerine kaldığı yerden devam etti

ekip hemen hemen dağılmış gibiydi. ibrahim şahin ile çatlı'nın arası açıktı. görüşmüyorlardı. çatlı bağımsızlığını ilan etmişti etmesine ama yanında hala özel harekatçı polisler vardı. çatlı'nın yeni hedefi kumarhane piyasasında tekel olabilmekti. bunun için de kralı devirmek gerekiyordu. arkadaşı kumarhaneler kralı ömer lütfi topal'ın aracı 28 temmuz 1996 gecesi uzun namlulu silahlarla kimliği belirsiz kişilerce tarandı.
telefon sinyal kayıtları incelendiğinde yine meşhur özel harekatçı polislerin cinayet gecesi tam da ömer lütfi topal'ın öldüğü yerde olduğu ve devamlı çatlı'yla konuştukları ortaya çıktı. üstelik terk ettikleri araçta bulunan uzi marka tüfek şarjöründe abdullah çatlı'nın parmak izi vardı. yani devletin memuru, hizmet ettiği mafyası kumarhane sahibi olsun diye cinayet işliyordu. olaydan hemen sonra özel harekatçı polislerden bazıları ve ömer lütfi topal'ın ortakları sami hoştan ve ali fevzi bir tutuklandı.
(bu mevzu hala muamma. topal vurulduktan birkaç saat sonra emniyet'e mit'ten tek sayfalık bir bilgi notu geçiliyor: falanca isimli özel harekatçı polislerin telefon kayıtlarını inceleyin. yıllar sonra konuşan ayhan çarkın da ısrarla eymür'ün bunu organize ettiğini iddia ediyor.)
artık işin suyu çıkmıştı... çatlı sadece adam öldürmekle kalmıyor kendini aklamak için acayip laflar ediyordu. avukatları arayıp"bahçelievler davası için teslim olsam tutuksuz yargılanır mıyım? eğer sen bunu başarır da dosya yargıtay'a giderse ben oraya birini tayin ettiririm" diyordu.
yanlış duymadınız... cebinde "emniyet genel müdürlüğü uzmanı" kimliği ve silah ruhsatıyla dolaşan, interpol tarafıdan aranan, 7 genci öldürme suçundan yakalama kararı olan, papa suikastı, abdi ipekçi cinayeti, maraş katliamıyla suçlanan bir mafya babası yargıtay'a tayin yaptıracağını söylüyordu.

artık bir şeylerin ortaya çıkma vakti gelmişti ve mehmet eymür en büyük kozunu oynadı

21 eylül 1996 günü aydınlık gazetesi sahibi doğu perinçek kendisine gizlice sızdırılan ikinci mit raporunu kamuoyuna duyurdu.
raporda her şey alenen yazıyordu. türkiye günlerce raporu konuştu. abdullah çatlı hakkında yakalama kararı çıkartıldı, bir sürü isim gözaltına alındı. tabii ki yine hiçbir şey olmadı.
ve son...



Doğu Perinçek

3 kasım 1996

rapordan 1,5 ay sonra susurluk mevkiinde siyah bir mercedes kırmızı bir kamyonun altına girdi. daha çatlı'nın cesedi soğumadan araçtaki mehmet özbay kimlikli kişinin abdullah çatlı olduğu televizyonlara yansıdı. türkiye'de bir dönem kapanmış oldu. kimileri suikast dedi, kimileri ise kaza... ben de kaderin cilvesi diyorum. netice itibariyle savaşı mehmet eymür kazanmış oldu, mehmet ağar ise tonla suçla yıllarca uğraştı. hiç konuşmadı, gerçekleri hiç anlatmadı.
kaybeden ise türkiye'ydi.
kaynaklar: susurluk'a dair bütün resmi raporlar ve susurluk'a dair yazılan 20'ye yakın kitap, belgeseller... buradaki tüm bilgiler tbmm susurluk araştırma komisyonuna sanıkların, tanıkların verdiği ifadelerden, başbakanlık denetleme kurulu başkanı kutlu savaş'ın hazırladığı susurluk raporundan ve mahkeme tutanaklarından, iddianamelerden alınan bilgilerle ya da bu bilgilerin yer aldığı basılmış kitaplardan alınmıştır. içinde ufak tefek yorumlar vardır o kadar.

21 Mayıs 2019 Salı

KANSERLİ HİKAYELER

Yazının başlığı ilginç diye düşünüyorum.

Bu amansız dert değil konum. Ama bağlantılı...

Bundan yaklaşık 2-3 sene önce çalıştığım özel öğretim kurumunun kendi öğrencileri arasında düzenlediği Türkiye Geneli Hikaye Yarışması jüriliği ve editörlüğünü yaptım.

Kuruma kayıtlı olan ortaokul ve lise öğrencileri GELECEK ile ilgili bir hikaye yazacaklar ve sisteme yükleyeceklerdi. İlk kontrol sorumlusu olarak görevim, gelen bütün hikayeleri okumak ve içinden en iyi 50 tanesini seçip, bir üst değerlendirme kuruluna göndermekti. Onlar da bu 50 hikayeyi kendi arasında sıralayıp genel dereceyi belirleyecekler ve belirlenen genel derece sıralamasına göre bu hikayeler kitaplaştırılacaktı. Her ne kadar yorucu bir iş olarak gözümde büyüse de çocukların zihninden dökülecekleri merak ediyordum.

Süre dolup sistem kapandığında bana gerekli şifre verildi ve hikayeler benim ekranıma düşmeye başladı. Tabi az önce bahsettiğim merak ve heyecandan eser kalmadı:

2200 küsür hikaye vardı sistemde! Sürem oldukça kısaydı. Başladım okumaya...

Okudukça heyecan, istek, arzu, merak yerini sinir, umutsuzluk, karamsarlık ve yorgunluğa bıraktı.

Hikayeler sanki tek elden yazılmış gibiydi. Hepsi birbirine benziyordu. Sanki biri oturmuş birbirine benzeyen, konusu aynı ama cümleleri farklı 100 tane hikaye kurmuştu. Metinler birbirine karışmaya başladı. Yeni okuduklarımı daha önce okumuş hissine kapılıyor ve öncekilere dönüp kontrol etme ihtiyacı hissediyordum. Arada özgün olanlar çıkıyordu elbette. Onları ayıkladığımda kalan hikayelerin tek bir teması vardı:

KANSER!

Ya hikayenin kahramanı, ya da kahramanın ailesinden biri mutlaka kansere yakalanıyordu. Sonrası tamamen türk filmi ya da türk dizisi kıvamında... Araya bazen trafik kazası da karışıyordu. Ya da başka bir hastalık. Yani gelen 2200 hikayenin yüzde sekseni kötü sonla bitiyor, kötü sonla bitmese de içinde hep korku dolu olaylar yer alıyordu.

Düşünsenize...

Yaşları 10 ile 18 arasındaki gençlerden yarınları, geleceklerini düşleyerek bir hikaye yazmaları isteniyor ama onlar umutlarını, hayallerini, hedeflerini yazmak yerine sürekli korkunçlu ve umutsuz metinler yazıyorlar. Aslında buradan ülke gençliğinin panoramasına ulaşılabilir.

Peki bunun nedeni ne? Neden çocuklarımız bu kadar umutsuzlar?

1-) Bilinçaltı : Çocuklarımız artık boğazlarına kadar teknolojiye batmış durumdalar. Vakitlerinin çoğunu televizyon ve internetle geçiriyorlar. Türk televizyonlarında, Türk filmlerinde ağlamayan bir tane karakter gördünüz mü? Her dizide, filmde bir yoğun bakım / elektroşok / hastane / vurulma / kaçırılma sahnesi yok mu? Her akşam bu vahşi duygular bombardımanına maruz kalan bir bilinçaltından ne çıkacak ki zaten!

2-) Ülkece gerçekten ümitsiz durumda oluşumuz ve bu genel mutsuzluk halinin sanki şehir suyuna karıştırılmış gibi, fabrikaların bacalarından atmosfere karışır gibi ciğerimize işlemiş olduğu gerçeği.

3-) Ekşi Sözlüğün önemli yazarlarından "skeptico" bir ara çok güzel bir yazı yazmıştı. (Yazıyı her platformdan kaldırdığı için bulamadım) Hayatın aslında çok güzel olduğunu, bizi umutsuzluğa sürükleyen "üçüncü sayfa haber" furyasına konu olan olayların geçmişte çok daha fazla olduğunu, şimdi ise gelişen medya ve sosyal medya yüzünden çok daha fazla bu tarz haberlerin gözümüze sokulduğunu yazmıştı. Bunda biraz "klavye duyarcılığı"nın rolü de var. Artık en ufak bir olumsuz haber saniyesinde arş-ı ala'ya kadar çıkabiliyor. E haliyle hergün bu haberleri okumak bilinçaltımıza olumsuz sinyaller gönderiyor.

4-) Gençlerimiz artık herhangi bir konu araştırmak istediğinde google'a yazmak yerine youtube'a yazıyorlar. Yani okumadan, zorlanmadan, emek vermeden, zihinlerini yormaya dahi gerek duymadan kulaklıklarını takıp, arkalarına yaslanıp öğreniyorlar. Halbuki bizim öğrenme aşamamız çok daha farklıydı:

- kütüphaneye git
- doğru kitabı bul
- doğru yere bak
- not çıkar
- eve gel
- temize geç

Hal böyleyken bizim jenerasyonumuzun hazırcılığı ile günümüz neslinin hazırcılığı arasında bile dağlar kadar fark varken, orijinal hikayeler çıkmasını beklemek çok da doğru değil.

Neticede 2200 hikayeyi süresinden önce okudum. Çünkü içinde kaza, kanser, tümör geçenleri okumadan eledim. Aslında ilk 50'nin içinde bile kaldı bir iki adet kanserli hikaye. Ama onlara da anlatım tarzları ve kurdukları olağanüstü cümlelerin hatrına yaptım bu kıyağı.

Artık hikayeler kansersiz yazılsın.