13 Ağustos 2014 Çarşamba

ÖZEL OKULLARA DAİR "ÖZEL" HUSUSLAR

Bir önceki yazımda "Özel Okul tercihi" kavramına dair bazı genel püf noktalardan bahsetmiştim. Yazının son bölümünde de birtakım "özel" hususlara ileriki yazılarda değineceğimi de eklemiştim. Bu yazımda başlıktan da anlaşılacağı üzere "özel" durumları aktarmayı planlıyorum.

1-) Okulun ticari kaygı düzeyini ölçmeye çalışın.

Bu durumu iyi süzenler "para için okul açmakla", "nitelikli insan yetiştirmek için okul açmak" misyonlarına sahip okulları iyi analiz edebilirler. 

Aslında her ne kadar özel okullar birer "eğitim" yuvası olsa da neticede "paralı" bir sektör olduğu için ticari kaygı duymak zorundalar. Ancak bunu hedeflerinin ilk sırasına yerleştiren okullar kapitalizmin kucağına düşüveriyorlar. Özel sektörün "pazarlama, stratejik planlama, süreç yönetimi, detaylı maliyet muhsabesi" vs. gibi bir takım olmazsa olmazlarını bazı okullar abartıyorlar ve bir anda "eğitim" denen büyülü kavramdan uzaklaşıp "para" kuyusuna atlayıveriyorlar. Bu da belli zaman sonra velilerde tiksinti uyandırıyor. Halbuki "kaliteli eğitim" vermek ilk hedefleri olsa paranın zaten kendiliğinden geleceğini çok iyi biliyorlar ama daha fazla kazanma arzusu velileri ve öğrencileri bu okulların gözünde birer "dolar" işaretine dönüştürüyor. Ticari kaygı, eğitim kaygısının önüne geçtiği an kalite düşmeye başlıyor. 

Eğitim, bir fabrikada yapılan seri üretime benzemez. Ya da büyük AVM'lerde deli gibi satış yapan kapital aktörlere benzememesi lazım. Eğitim, ulvi ve kutsaldır. Bir ruhu, bir derinliği vardır. Ne kadar parayla yapsan da sanki parayla yapmıyormuş gibi davranman lazım. Ama maalesef "zincirleşme,kurumsallaşma" bu okulları kıskıvrak yakalamış. Bu da dediğim gibi veliye olumsuz yansımakta.

Peki, ticari kaygının belirtileri nelerdir?

Bunun bir çok parametresi olabilir. Ama şahit olduğum ve dışarıdan gözlemlediğim birkaç tanesini yazayım:

- Servis fiyatını yıllık okul fiyatına yaklaştırmak. Örneğin okulun yıllık ücreti 15.000 TL ise bazı okullar servis parasını ayrı olarak alıyorlar ve fiyatı 8.000 TL'ye kadar çıkarıyorlar. Yani okul ücretinde alamadığı parayı servis parası altında sizden çıkarmaya çalışıyorlar. 

- Aşırı reklam. Büyükşehirlerin merkezi yerlerindeki devasa billboardlara 365 gün devasa reklam veren okullar için bir durup düşünün derim. Bu, okulların aşırı kurumsallaşmaya bağlı hızlı büyüme taleplerini karşılamak için insanların gözüne soka soka "çocuğunuzu bize verin" temalı yaptıkları bir çalışma. İstanbul için konuşacak olursak; "köklü ve saygıdeğer" okulları araştırın. Bir tanesinin bile reklam vermediğini görürsünüz. Çünkü bunlar artık kendini kanıtlamıştır ve reklama ihtiyaçları yoktur. Hatta "hızlı büyüme" gibi bir kaygıları da yoktur. Onların tek derdi misyonlarınca "nitelikli insan yetiştirmek". Böyle olunca zaten ekonomik sıkıntı yaşamıyorlar. Ha bazı yeni açılmış okullar, "bakın biz de buradayız" demek için durak reklamı vs. gibi ufak çapta çalışmalar yapıyorlar. Bunlara bir diyeceğim yok. 

- Ücretli sosyal etkinlikler. Tamam, her etkinliğin okula bir maliyet getirdiği doğru. Ama ufacık etkinlikler için bile devasa paralar talep etmek, üstelik bunu ilk kayıt görüşmesinde sümen altı edip veliye bildirmemek veliyi çileden çıkartabilir. Maliyetin haricinde üzerine ciddi kar oranı koyarak yaptığı etkinliklerden müthiş paralar kazanan okullar var. Örneğin okul ücreti 15.000 TL ise etkinlik+servis ile birlikte bu miktar 22.000 TL'ye kadar çıkabiliyor. Çok dikkatli olmak lazım. 

- Telefon araması. Eğer bir özel okul sizi arayıp durduk yere "düşünür müsünüz" diyorsa o okuldan şüphe edin. Bu okulun kayıt sayısının yeterli olmadığı ve doldurmak için uğraştığı anlamına gelir. Yani maksat sizi okula bir şekilde getirip, türlü ayak oyunlarıyla kaydınızı almaya çalışmaktır. Çok çirkin. En sinirlendiğim noktalardan birisi bu. Üstelik sizi arayan insanlara "kayıt hedefi" endeksli prim sistemi uygulanıyor. Bu insanlarda sizi ikna etmek için şekilden şekle giriyorlar. Banka gibi... Bir eğitim kurumuna asla yakışmayacak bir davranış. İşte bunlar hep "hırslı ve hızlı büyüme"nin getirdiği sonuçlar...

2-) Kadro değişim hızını öğrenmeye çalışın. 

Okulun hem yönetim hem öğretmen kadrosundaki sık ve hızlı değişimler soru işaretidir ve her ticari kurum gibi o okulda da bir şeylerin ters gittiğini gösterir. Sürekli öğretmen değiştiren öğrencinin motivasyonu mahvolur. Tecrübeyle sabittir. Hatta bazen sırf öğretmenini sevdiği için o derse deli gibi çalışan öğrenciler bile olabilir. Öğrencinin bu kadar sevdiği bir öğretmen ayrıldığı vakit, öğrenci altüst olur. Derse ve okula karşı soğuma başlar. Bu ilkokul düzeyinde çok daha sert yaşanır. O yüzden dikkat edin. Hatta kadroya dair fikir alabiliyorsanız, öğretmenlerin o okuldaki çalışma sürelerini de öğrenmeye çalışın. 3 ya da daha fazla yıldır çalışan öğretmen sayısı fazlaysa işler nispeten daha sağlıklı yürüyor demektir. Öğretmen her şeydir. 

3-) Sosyal etkinlik, kulüp çalışmaları, sportif / sanatsal faaliyetlere dair söylemlerin, ne kadar eyleme dönüştüğünü araştırın.

Artık modern eğitim bunu gerektiriyor. Çok geç de olsa Türkiye yavaş yavaş gerçeğin ucundan kıyısından yakalamak için uğraşıyor. Bir öğrencinin "modern ve nitelikli" bir insana evrilme sürecinde okulun etkisi çok büyük. Artık "başarı" çocuğun derslerinden yüksek not alması değil sadece. Onun yaşadığı deneyimler de en az onun kadar pozitif etki ediyor öğrencilere. Mezun olduğunda o öğrencinin okulu sayesinde yüzme öğrenmesi,ata binebilmesi,okçuluğa dair bir kaç deneyiminin olması, buz pateni yapması, tiyatroda rol alması,basket takımına girmesi, resim yapması, robotlarla uğraşması, deneyler yapabilmesi, okuma-yazma-münazara çalışmalarında bulunması, golf oynaması, yoğun kültürel gezilere katılması gibi daha sayabileceğim bir çok farklı deneyimde bulunmuş olması okulun kalitesini gösterir. 

İşte bu noktada bazı okullar broşürlerini sosyal etkinliklerle doldurmalarına rağmen faaliyetlerini "aman yapmadı demesinler" diyerek sembolik bir iki etkinlikle geçiştirebiliyor. Önemli olan bu faaliyetleri bulundurmak değil, o işin uzmanlarınca çocuklara benimsetmek. Belki içlerinde ata binme yeteneği olan bir çocuk okulu sayesinde kendini geliştirebilir ve ülkemizi bu dalda temsil edebilir. Çok önemli çok...

4-) Akıllı tahtanın olduğu okulu uzay gemisi zannetmeyin. 

Maalesef bizim Türk insanımızın handikapı... Akıllı tahta varsa okul süperdir. Böyle bir şey yok. Okulun içindeki teknolojiye güvenmeyin. Çoğu zaman bunlar semboliktir ve yeterli düzeyde kullanılmaz bile. Hatta kullanamayan öğretmenin olduğu okulda akıllı tahta bir süs eşyası,bir dekor olarak kalır. Tamam, 21.YY sınıfı diye bir kavram artık. E-Sınıf kavramı da gündemde. Ama ben, bunların asla mis gibi kokan bir kitabın ya da o kara tahtanın büyüsünü yanstımadığını düşünüyorum. Aşırı teknoloji çocuğun dikkatini çok dağıtıyor. O yüzden uzay üssü gibi donatılmış bir sınıftansa yeterli düzeyde teknoloji kullanan okulları tercih etmeye bakın. 

5-) Okulun internet sitesi ve sosyal medya hesaplarını mutlaka kontrol edin. 

İnternet sitesi ve sosyal medya kullanımı okulun faaliyetlerini duyurması açısından önemli. Ama daha da önemlisi güncel olması. 2014 yılında okulun sitesine girdiğinizde hala 2012 yılına ait "yemek listesi" duruyorsa biraz kıllanabilirsiniz. Çünkü artık her şey internetten duyuruluyor. Hala, bir iki bilgi işlem hamlesiyle buna ayak uyduramayan okul olduğunu düşünemiyorum. Bu yoğun telefon trafiğinden de kurtarır okulu. Yeni sezonun başında "servis güzergah listesi, yemek listesi, kitap listesi vs." duyurularını internetten yapmak hem veliyi hem okulu rahatlatır. Bu noktadaki uyumsuzluk, yönetimin işini ciddiye almadığının bir kanıtı olabilir.

6-) Kalite Yönetim Sistemi uygulanıp uygulanmadığını araştırın.

Özellikle büyük okullarda Kalite Yönetim Sistemi işlerin muazzam düzenli ve aksamadan yürümesini sağlıyor. Bütün süreçlerin yerli yerinde ve zamanında yapılması anlamına geliyor bu. Dışardan bakıldığında okula ciddiyet ve kalite katıyor. Ama bir veli olarak, bu işlerin personeli çok yorduğunu bilin istiyorum.  

Sonuç: Netice itibariyle bunlar yine de tam fikir verme noktasında yeterli bilgiler değil. Tabiki bu hususların hepsini her okulda göremezsiniz. Ama bir önceki yazımda da dediğim gibi bunların birkaçının bulunması bile yeterli olabiliyor bazen. Ama hiçbiri bulunmuyorsa dikkat edin. "Çocuğum iyi eğitim alsın" diye gönderdiğiniz okul, çocuğunuzu geriye götürebilir. Bunu ülke adına kimse istemez, istememelidir. Amaç, kendini eğitim fabrikası zanneden kapitalist, paragöz okullara prim vermeden, toptan bir kalite yakalamak. 

Diğer bir husus da, yukarıda saydığım "özel" hususların bile aslında "özelin geneli" olduğudur. Yani "özel okullara dair" daha gündeme gelmesi gereken çok husus var. Onları da başka bir yazıda "Özel Okul Kalite Kontrol Listesi" adı altında sıralamak istiyorum. Şimdilik bu kadar...


10 Ağustos 2014 Pazar

ÖZEL OKUL SEÇERKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Not: Bu yazı sadece anaokulu-ilkokul-ortaokul-lise için geçerli tavsiyeler sunmaktadır. Özel Üniversiteler buna dahil değildir. 

Herhangi bir arama motoruna bu yazının başlığını yazıp arama yaptığınızda birçok sonuç elde edeceksiniz muhakkak. Ancak o sonuçları ben de inceledim ve yıllardır bu sektörde çalışmış biri olarak çoğunun doğru ancak yeterli olmadığını gördüm. Röportajları yayınlananlar, ya eğitim uzmanı gazeteciler ya da kendi okullarının tanıtımlarını yapmak isteyen patronlardı. Benim vereceğim tavsiyeler ise çok geniş olmamakla birlikte "işin özüne" dairdir. İçeriden bilgi almak gibi düşünebilirsiniz. Yani bu konu hakkında konuşanlarla zaman zaman söylemlerimiz birleşebilir, zaman zaman ters düşebilir. 

1-) Okulun ideolojisini iyi araştırın.

Evet maalesef günümüzde bu kavram var artık. Okul ideolojisi... Özellikle büyük kentlerdeki okulların hep birer ideolojisi var. Yani kaydını aldığı öğrenciye "hakim ideolojisini" empoze etmek. Bunu çok basit bir şekilde test etmek de mümkün. Özel okullarla alakalı çok fazla malumatı olmayan birine "ben çocukları X Kolejine kaydettirdim" dediğinizde alacağınız cevap muhtemelen şu olacaktır:

"Kimcilerin o kolej?" 

Bugün özel okulların çoğu bir vakfın, bir kuruluşun, bir cemaatin bünyesinde faaliyet gösteriyorlar. 

O yüzden buna çok dikkat edin. Demokratik toplumların ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilen bir mesele artık bu. Hele bizim gibi yüzbin parçaya bölünmüş bir toplumda kaçınılmaz. Ha işin doğrusuna baktığınızda bu tarz kurumlar sadece kamplaşmaya götürüyor insanları. Yani daha çok bölüyor toplumu. Hatta bu bölme işlemini kinle,nefretle yapıyor zaman zaman. Orası ayrı bir yazının farklı bir konusu. 

Gerçek olan şu: Siz geçmişten bugüne, nesil nesil getirdiğiniz değerlerinizi korumak istiyorsanız, bu geleneğinizin tam aksine faaliyetlerde bulunan bir okula çocuğunuzu vermeniz sizin için iyi olmayacaktır. Hatta bu durumu okul idareleriyle konuştuğunuzda "Biz buyuz" mealinde bir sonuç ortaya çıkıveriyor. 

Peki bu tarzda herhangi bir ideolojik empozenin yaşanmadığı tek derdi "modern ve kaliteli bir eğitim" veren kurumlar yok mu? Elbette var ama işte bunları çok iyi araştırmak gerekiyor. Ya da eğer çocuğunuzun gerçekten "neyin ne olduğunu" anlayacağını düşünüyor, onun zaten ailevi değerlerinizle donandığına inanıyor ve çocuğunuza güveniyorsanız bu ideolojik empozenin bir zararı olmayacaktır. 

Şöyle bir soru sorabilirsiniz: Peki kardeşim müfredat vs. belli değil mi? Devlet bu okulları müfredat,sistem vs. açıdan denetlemiyor mu? Nasıl olacak bu ideolojik empoze?

İdeolojik empoze zaten derslerde yapılmıyor ki! Bu tarz durumlar hep ders dışı etkinliklerde, sosyal faaliyetlerde, veli-öğrenci etkinliklerinde yapılıyor. Ya da seçmeli derslerle, hafta sonu kurslarıyla yapılıyor. Ve bu konuda da demokratik toplum gereği (!) bir itirazınız olamıyor.

Şunu da belirtmekte fayda var. İdeolojik anlamda araştırmanızı yaparken çok katı olmayın. Bazı okullar sadece kendi ideolojisinden olan insanların çocuklarına "empoze" işlemini uygulayıp, farklı görüşten velileri,öğrencileri özgür bırakabiliyor. Buna da dikkat etmek lazım. Meselenin özü, iyi araştırmakta.

2-) Okulun tarihini iyi araştırın.

Başarı anlamında bir tarihten bahsetmiyorum. "Köklü okul" kavramından bahsediyorum. Yeni açılan ve kurumsal olmayan kolejlerden de iyi eğitim verenler çıkabiliyor ancak geneli sistemini tam olarak oturtamıyor. Zaten bu tarz sistemi oturmamış okullar da ilk yıllarında kendi ideolojik çevresinin desteğiyle ayakta kalıyorlar. O yüzden okulun geçmişten günümüze bir "marka" olması önemli. Fakat aklınızdan geçeni duyuyorum: Çok pahalı! Bu konuya geleceğim.

Yani ezcümle 5-10 yıllık olup, yönetim kadrosu çok fazla değişikliğe uğramamış bir okul bu bağlamda "ideal" sayılabilir.

3-) Başarıya kanmayın.

Tuzla'dan Kadıköy'e kadar E-5'in kenarındaki bütün direklere "TEOG'da Müthiş Derece" diye reklamlarını asan kurumlara hemen inanmayın. "SBS'de 498 Ortalama!" demelerinin altında kaç bin kurnaz fikir olduğunu unutmayın. 

Ayrıca burada "Başarı" kavramından ne anladığınız da önemli. Eğer başarıya salt "Sınav Kazanmak" olarak bakıyorsanız yukarıda örneğini verdiğim tarzdaki okullar tam size göre. Ama başarıya "modern ve güçlü bir eğitim" olarak bakıyorsanız bu okullar size göre değil. 

Elbetteki mevcut Türkiye manzarasında sınav kazanmadan hiçbir halt olamıyorsun. Doğru! Ancak sadece sınavı kazanmak da hiç bir önem arz etmiyor. Boğaziçi Üniversitesini, ODTÜ'yü kazanıp da haftada bir kitap okumayı zül addeden insan dolu memlekette. Hayatını sınava endeksleyip, kazandıktan sonra mal gibi yaşayanlar da var üstüne.

O yüzden başarı bana göre (bakın bana göre dedim!) öğrencinin kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır. Eğer öğrenci okulu sayesinde kendini kontrol edebiliyor, iradesini kullanarak, özgüvenle tercihler yapabiliyor, kararlarının sorumluluğunu üstlenerek adımlar atabiliyor, hayatın farkına varmaya çalışıyor ve günümüz dünyasına entegre olabilecek donanımları kazanmak için istek duyuyorsa, kendini geliştirmeye çalışıyorsa o okul işini yapmış demektir. Zaten bu meziyetlere sahip öğrenci sınavı kazanacak öğrencidir. 

4-) Dil eğitimini öne alın.

Anaokulundan bil itibar gerçekçi, eylemiyle söylemiyle tutarlı bir "Yabancı Dil Eğitimi" veren okulları seçmeye özen gösterin. Bu noktada öğretmen de çok önemli. "Ya KPSS'yi kazanamadık, bari gidip kolejde çalışayım da boşta kalmayayım, hafta sonu da dershaneye gider hazırlanırım" diye düşünen Dil Öğretmenlerinin olduğu bir okul hiçbir şey veremez. Hatta bazıları sırf "Vay Yabancı Öğretmenleri var" desinler diye "Nijerya göçmeni bir iktisat mezununu" kadrosuna katabiliyor. Dikkat etmek, sormak lazım. 

Gösterişlere kanmamak da önemli. Dil eğitimi veriyoruz diyerek sadece İngilizce ders saatini arttırmak bir işe yaramaz. Bazı derslerin tamamen İngilizce işlenmesi, okulun belli bölümlerinde Türkçe konuşmanın yasak olması, yabancıların davet edildiği kariyer günleri, yurt dışı seyahatleri gibi etkinliklerin bulunması gerçekçiliği arttırır.


Dil eğitiminin artık farzdan da öte olduğunu anlatma ihtiyacını hissetmiyorum bile.

5-) Öğretmenlerine hizmet içi eğitim, oryantasyon eğitimi gibi hizmetler sunup sunmadıklarını araştırın.

Bu bence çok önemli. Her okulun internet sitesine baktığınızda bir sezon öncesi toplantısı yaptığını görürsünüz. Ancak toplantı var, eğitim var. Konusunda uzman kişileri davet ederek akademik anlamda personelini yetiştirmeyi amaçlayan ve bunu bir politika haline getiren okulların öğretmenlerine çocuklar-veliler tapıyorlar. Ve özellikle ilkokulda öğretmenini benimsemiş, sevmiş bir öğrenci başarıyı yakalar. 

Sezon içinde bir takım akademik ve pedagojik hataların yapıldığı bir okul sezon sonunda "sorun belirleme" toplantısı yapıp, bir sonraki sezon başında "çözüm belirleme" toplantısıyla bunun üzerine gitmiyorsa, o okuldan hayır gelmez. İki sene sonra kayıt sayısının düşmesi şeklinde cezasını alacaktır zaten. 

 6-) Fiyatına dikkat edin.

Geldik zurnanın zırt dediği yere. Şimdi yukarıda saydığım maddelerin hepsini bünyesinde toplayabilmiş bir okulun (bulabilirseniz) yıllık fiyatı minimum 35.000 TL! Maalesef Türkiye gerçeği bu. 

Ama en azından sayılanların hepsini değil de bir kısmını bünyesinde barındırabilen okulların fiyatları değişkenlik gösterebiliyor. Bu konuda aldığı paranın tam karşılığını hizmete dönüştürüp dönüştürmediğini, hali hazırda o okula çocuklarını gönderen "bilinçli" velilere sorarak öğrenebilirsiniz.

Sonuç: Bu yukarıda sayılanlar, şahsi gözlemlerim neticesinde oluşmuştur ve meselenin geneline dair fikir vermektedir. Başka bir yazıda da "özel" hususlardan bahsedip sizi "özel okul avcısı" bir veliye dönüştürmek istiyorum. Verdiğiniz paranın tam karşılığını almak herkesin hakkıdır. Ancak sadece bu tarz ince bilgilere sahip olarak paranızın ve çocuğunuzun takibini yapabilirsiniz. 


8 Ağustos 2014 Cuma

OKUMA NOTLARI - 3 : YABAN / YAKUP KADRİ

- Yakup Kadri'nin Yaban'dan önce Kiralık Konak ve Zoraki Diplomat isimli eserlerini okumuştum. Aslında beni biraz da en ünlü romanlarından biri olan Yaban'ı okumaya iten dürtü Yakup Kadri'nin üslubuydu. 

- Daha sonra Kenan Akyüz'ün Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri isimli kitabını biraz karıştırınca Yakup Kadri'nin Halid Ziya'dan sonra dönemin en iyi üslupçusu olduğu tespitiyle karşılaştım. 

- Yaban'dan sonra da değişmeyen ve hatta daha da artan bir iştahla Yakup Kadri'nin bütün romanlarını okuma kararı aldım. Tabi ki de bu kararı almamdaki tek sebep "Üslup" değil, Yakup Kadri'nin aslında tıpkı "İletişim Yayınları"nın tanıtım yazısında dediği gibi gibi bir "Son Dönem Osmanlı / Yeni Türkiye Cumhuriyeti" arasında bir "Panorama" niteliği taşımasıdır. 

- Nitekim Berna Moran da "Türk Romanına Eleştirel Bakış" kitabında Yakup Kadri'nin romanlarına sirayet eden "Toplumsal Değişim" kavramından söz eder. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte Anadolu ve Türk insanı büyük toplumsal değişimlere ve sosyal gelişmelere uğramıştır ve o dönemin en önemli sosyal olayları Yakup Kadri'nin romanlarında tekrar hayat bulmuştur. 

- Kiralık Konak'ta Osmanlı'nın çöküşü bir köklü konak ailesinin penceresinden verilmiş,
- Sodom ve Gomore'de Mütareke Dönemi İstanbul'undaki ahlaki çöküntüden söz edilmiş,
- Yaban'da Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu İnsanı ile Türk Aydını arasındaki çatışma/uçurum gözler önüne serilmiştir. 
- Ankara, Panorama, Hüküm Gecesi, Nur Baba... Hepsinde dönemin sosyal değişimleri ve çatışmaları vardır. 

- Tabi ki Yakup Kadri'nin edebi geçmişi aslında gel-git içindedir. Zaman zaman o da çeşitli zihni/fikri bir takım dönüşümler yaşamıştır. Fecr-i Ati'den Milli Edebiyatı savrulması filan çok entersandır. Ancak oraya girersek çıkamayız. En iyisi Yaban'dan devam edelim...

- Yaban, yayınlandığı dönemde ve daha sonra aslında bir çok eleştiriye uğramış bir romandır. Romanda çizilen "Türk Aydını" profili kimi çevrelerce "Türk köylüsünden tiksinen Türk Aydını" söylemine haksız bir biçimde evrilmiştir. 

- Aslında genel olmasa bile özelde zaman zaman Yakup Kadri'nin Türk köylüsünü ağır bir şekilde eleştirdiği yerler vardır. Örneğin köydeki bir düğün hakkında izlenimlerde bulunurken Ahmet Celal'in söylediği,

"Ah, ne ağır, ne sıkıntılı ve ne kadar kaba idi bu düğün! Mutlaka Avrupa'da, bir cenaze alayı bundan daha ferahlıdır"

cümlesi bu geleneğe karşı getirilmiş ağır bir eleştiri olabilir. 

Yine köydeki kadınlardan bahsederken sarfettiği:

"Anadolu'da, köylü kadını şuhluktan, naz ve işveden o kadar yoksundur ki, onların biriyle, böğür böğüe, koyun koyuna yatsam, vücudumun hiçbir şey duymayacağını tahmin ediyorum. İhtimal ki çok de fena kokarlar"

tarzı ifadeler "Anadolu insanı bu toprakların özüdür, kaynağıdır" anlayışına ters olan bir "tepeden bakma" olarak nitelenebilir elbette. 

Ama Yakup Kadri romanın kimi yerinde Türk köylüsünün içine düştüğü bu cahilliğin / yobazlığın sebebinin yine Türk Aydını olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. 

"Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun."

Bu cümlelerde aslında Yakup Kadri, Türk aydınından da tiksinmektedir. Ancak romanın geneline yayılan Türk köylüsüne duyulan "Yabancı" hisler maalesef romanı okuyucunun gözünde "özünden tiksinen" mertebesine düşürmüştür. 

- Bu durumu İnci Enginün "Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı" isimli çalışmasında çok güzel özetlemiştir:

"Aydın kendi içlerinden birinin batırdığı iğneye dayanamamış ve bu romanda köylüye haksızlık edildiği şeklinde tenkitlerde bulunmuş, aydına yöneltilen tenkitleri pek de üstüne alınmamıştır. Bu bakımdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu aydınların arasında da "yaban" kalmaya mahkum olmuştur."

- Aslında bugün bile siyasi tartışmalarda dile getirilen "bu insanlar, bu iktidara müstehak" şeklindeki değerlendirmelerin o gün bile yaşandığını görmek beni çok endişelendirdi. Nitekim romanın bir yerinde Yunan uçakları köye üzerinde şu ifadelerin yazdığı kağıtlar atarlar:

"Muhterem Anadolu Ahalisi! Kemal (Atatürk) çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün şehirleri, kasabaları zaptettik. Şimdi Ankara üzerine yürüyoruz. Sakın bize karşı düşmanca hareketlere kalkışmayınız. Biz sizi, Halife tarafından kurtarmaya geliyoruz"

Ve köylüler gerçekten bu kağıtta yazanlara inanarak kendilerini ferahlatırlar. Bu Ahmet Celal'e çok dokunur. Daha sonra köyün yakınından geçen Türk subaylarıyla konuşurken köylünün bu kağıtlarda yazanlara inandıklarını söylediğinde Türk subayı şöyle der:

"Buna inanıyorlar ha! Öyleyse bir şey söylemeyin. Bu insanlar kurtarılmaya layık değildir"

Manidar ki, ben bugünkü Türkiye fotoğrafında bu olayın bir benzerini görüyorum. Ama tıpkı Yakup Kadri gibi bugün de kitleler halinde hiç sağına soluna bakmadan, muazzam bir adanmışlıkla, sorgulamadan, araştırmadan kendini siyasi iktidara teslim eden insanların bu hale düşmelerinde yine Türk aydının payı olduğunu düşünüyorum. Demek ki aradan geçen doksan küsür senede pek bir şey değişmemiş. 

Yerimizde sayıyoruz gibi...

Okuma Listesi:

- Kenan Akyüz / Modern Türk Edebiyatı'nın Ana Çizgileri
- İnci Enginün / Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
- Berna Moran / Alafranga Züppeden Alafranga Haine - Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış
- Yakup Kadri / Ankara, Panorama, Sodom ve Gomore, Hüküm Gecesi, Nur Baba


6 Ağustos 2014 Çarşamba

OKUMA NOTLARI - 2 : ŞEKER PORTAKALI

- Bazı kitapları okuyunca "geç kalınmışlık" duygusunu daha çok hissediyorum. Bugüne kadar okuduğum hiçbir kitabı boş ya da zaman kaybı olarak görmedim, görmeyeceğim de. Çünkü sevmediğim bir yazarın, büyük ihtimalle eleştirebileceğim bir kitabının bile bana çok şeyler katacağını biliyorum. Ama işte yukarıda da dediğim gibi, Şeker Portakalı gibi kitapları okuyunca keşke gidip Dan Brown'ın Dijital Kale'sini ya da Sözlü Dövüş: Kibarca İkna Etme Sanatı gibi (Cem Yılmaz'ın tabiriyle) Migros'ta nişastanın yanında satılan kitapları okuyacağıma bunu okusaydım diye düşünmeden edemiyor insan. Olsun... Demek ki her şeyin bir zamanı var...

- İnanılmaz derecede içten bir hikaye... Ancak beni derinden etkileyen Zeze'nin Portuga ile olan dostluğundan ziyade ablası Gloria ile olan ilişkisi... Herkesin vahşi ve çıkarcı olduğu bir ailede merhametin timsali Gloria... Kendi hayatınızın da mutlaka bir Gloria'sı vardır. 

- Şeker Portakalı ile ilgili meşhur hikaye, kitabın müstehcen ifadeler içerdiği gerekçesiyle zararlı ilan edilmesi... Tamam, kitabın içinde küfür sayılabilecek ifadeler var. Ama daha sonra bunlar telafi ediliyor diğer karakterler tarafından... Zeze'nin söylediği "kıç,popo vs." kelimeleri Portuga düzeltiyor. Yani özellikle tartışmayı başlatan 7.sınıf öğrencisinin velisi bunu biliyor mu acaba? Ya da acaba o veli kitabın tamamını okudu mu? 

- Yine Zeze, "Çıplak bir kadın görmek istiyorum" diye başlayan bir şarkı söylemesi sebebiyle babasından dayak yiyor bir sahnede... Yani, hoş bir örnek olmasa da bu metinden çok rahat bu şarkının çocuklara göre olmadığı sonucuna varılabilir. 

- Yine Zeze kitabın bir yerinde "sevişmeli filme gitmek istediğini" anlatıyor. 

- Bunların haricinde yasak sebebi olacak bir müstehcenlik bulamayınca kafayı Portuga'ya taktım. Dedim herhalde bu ihtiyar hallenecek çocuğa. Ama o da olmadı. 

- Milli Eğitim'in şunu görmesi gerek: Acaba yaptığım iş, verdiğim karar günümüz dünyasıyla çelişiyor mu? 

"O... Çocuğu" yazıyor diye kitabı zararlı bulanlar Kültür Bakanlığı'nın "O... Çocukları" isimli bir filme izin verdiğini bilmiyorlar mı? 

Yine "O... Çocuğu" kelimesine takılanlar söz konusu 7.sınıf öğrencilerinin Facebook'ta paylaştığı her durum cümlesinin sonuna "amk" ifadesini koydukları gerçeğinden haberdarlar mı? 

"Sevişme" kelimesini zararlı bulan zihniyet nasıl olur da bütün AVM'lerde bangır bangır çalan "sevişmeden uyumayalım" şarkısını çocukların duymadıklarını düşünebilirler? Bu nasıl bir aymazlıktır?

"Kıç,popo" gibi kelimeleri kitaplarda görmeye tahammülü olmayanların olduğu bir ülkede TBMM tutanaklarında milletvekillerinin birbirlerine "senin kıçını s.kerim" dediği yazıyor. 

Satır sonuna gelen ve kesme işaretiyle ayrıldığında üst satırda ya alt satırda kalan müstehcen hecenin bile çocukların dikkatini çektiği bir ortamda kitabın içinde müstehcen kelime var diye mızmızlanmak çok komik....

Kitap yasaklayarak hiçbir sonuca varamazsınız... Siz bu ülkeyi güllük gülistanlık yapın, kelimelerini tartışmamız gereken son şey Şeker Portakalı olsun... 

Zeze'ye selam...

Okuma Listesi:

- Güneşi Uyandıralım / Jose Mauro De Vasconcelos
- Deli Fişek / Jose Mauro De Vasconcelos

4 Ağustos 2014 Pazartesi

YARATICI YAZMA'DA ÖN KOŞUL: SABAH SAYFALARI



Oğuz Atay'ı tüm yönleriyle inceleyen "Ben Buradayım" kitabının yazarı Yıldız Ecevit'in yine değerli bir isim olan Gürsel Aytaç'ı anlattığı bir kitap vardır:

"Yaşamak Eşittir Yazmak" 

Bu ulvi eylemin ruhuna kendini kaptıranlar bir zaman sonra böyle görmeye başlıyorlar hayatı. Sadece okumak bir zaman sonra yeterli gelmemeye başlıyor. Bu hadise, kumdan kendi imkanlarıyla çıkıp başka hiçbir yöne gitmeden doğruca denize koşan kaplumbağa yavruları gibi bir içgüdü haline geliyor. Okumakla elde edilmiş bilgiler zamanla bir matematik formülüyle özdeş bir biçimde belli oranlarda artmaya başlıyor haliyle. İlk zamanda edinilen izlenim/yorum sayısı x1 iken okunan kitap sayısı arttıkça bu rakam kitap başına x50'e kadar çıkabiliyor. E bu da zamanla yoğun okumaların sonunda oluşan izlenim/yorum patlamasının dışarıya taşmasına sebep oluyor. 

Ancak takdir edersiniz ki bu çok emek, çok zaman isteyen zahmetli bir süreç. Yani Gürsel Aytaç gibi yaşamayı yazmak olarak nitelemek için gerçekten bir Gürsel Aytaç olmak gerekiyor. Ya da Marcel Proust'un meşhur hikayesini bilirsiniz:

Fransız yazar Marcel Proust, yedi ciltlik "Kayıp Zamanın İzinde" isimli romanına, bahçede oturan kahramanın ıhlamur çayına bisküvi batırarak anılarını hatırlamasıyla başlar. Ancak yedinci cildin sonuna gelindiğinde hikayenin hala ıhlamur çayına batırılan bisküvide kaldığı görülür. Yani Proust yedi cilt boyunca hikayeyi ileriye götürmeden yazmayı başarabilmiştir. Yine Proust'un, bir adamın uyumak için yatakta dönüp durmasını otuz sayfayla anlattığı kitabının, ilk yayıncısından "bunu kimse okumaz" diyerek tepki gördüğü hep anlatılır. 

Proust da aynı şekilde yazarak yaşayanlardandır. 

Peki asıl soru şu:

"Nasıl olur da bir adamın uyumak için yatakta dönüp durması otuz sayfada anlatılabilir?"

"Yazar, bu çok basit eylemi bile nasıl bu kadar uzatabilmeyi başarmıştır?"

İlk cevap gayet doğal ve basit: Çok okuyarak! Okumanın yazmak üzerindeki katkısını anlatmama gerek yok herhalde. 

Doğru... Zamanın en ünlü yazarlarının ilham kaynaklarının hep yaptıkları okumalar olduğunu söyleyebiliriz. Pek tabi doğal yetenekleri de bu süreci hızlandırmıştır. 

Peki, bir Marcel Proust, bir Gürsel Aytaç ya da bir Ahmet Hamdi Tanpınar olma iddiası taşımayan bizler, okumalarımızdan kaynaklı dışavurumlarımızı nasıl tıkanmadan, yaratıcı bir şekilde yazabiliriz?

Ama önce bir kavramdan bahsetmeliyim...

YAZAR TIKANMASI

Eğer arada ufak tefek yazılar yazma ihtiyacı hissediyorsanız mutlaka bu girişimlerinizde zaman zaman tıkanmalar yaşıyorsunuzdur. Elinize kalemi alıp, ya da elleriniz klavyeye koyup "Ee, şimdi?" dediğiniz zamanlar olmuştur. İşte bu aslında yazar tıkanması dediğimiz olaydır ve çok doğal bir süreçtir. 

Bunun belli sebepleri olabilir. En temel sebebi de yazmadan önce bir hazırlık aşaması yapmamanızdır. Yine herhangi bir taslak çıkartmadan yazmaya oturmak ya da yazı fikrini zihinde yeterince olgunlaştırmamak da bu sebepler arasında sayılabilir. Ancak bazen tüm bu ön hazırlık süreçlerini yaptığımız halde cümle kurmakta, ya da bir fikri uzun cümleler kurarak, arada kesinti yaşamadan ifade etmede sıkıntılar yaşarız. 

Yazma sırasında, yazının genelini ve ifade edilmek istenen fikri baltalayan "yazar tıkanması"na çareyi Julia Cameron "İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin" isimli kitabında veriyor.

SABAH SAYFALARI

Sabah sayfaları adı üstünde "sabah yazılan sayfa" demektir ve sabahleyin kalkar kalkmaz üç sayfa yazı yazma esasına dayanır. Bunu bir "günlük" olarak nitelendirebilirsiniz. Ancak günlük gibi iki-üç cümleyle sınırlı değildir. Sabah sayfalarının kilit noktaları vardır:

1-) Sabah uyanır uyanmaz yazılmalı...
Bunun sebebi yeni uyanılan sabah vakitlerinin zihnin en temiz anı olması. Ancak burada tavsiye erken saatlerde bu işin daha kolay olacağı yönünde. Aslında biyolojik ve zihinsel bir hadise. 

2-) Kesinlikle tam "ÜÇ SAYFA" olmalı...
Ne bir satır eksik, ne bir satır fazla... Tam üç sayfa... Bunun sebebi de her sabah üç sayfa yazı yazmaya zorlanan zihnin kendisini bu egzersize alışmaya zorlaması. Hemen aklınıza şu soru geldi:

"İyi de ben sabahın köründe üç sayfaya ne yazacağım kardeşim?"

İşte asıl kilit nokta burası. Zihninizi yazmaya zorlamanız yaratıcı zekanızı müthiş ölçülerde arttıracak. Çünkü beyin egzersizlerle muazzam noktalara ulaştırılabilir. Zor bir sudoku çözmekle, hatta her sabah ağırlık kaldırmakla, sabahleyin üç sayfa yazı yazmak için kendinizi zorlamak arasında çok fark yok aslında. Bu zorlama beyin kıvrımlarınızın dinamiğini sağlayacak ve daha fazla nöron bağlantısı kurabileceksiniz. Bu da zamanla hızlanıp doğal bir süreç haline gelecek. 

Gelelim ne yazacağınız konusuna...

Her şey ile hiçbir şey arasında çok ince bir çizgi vardır. Her şeyi yazın. O an aklınızdan geçen bütün cümleleri yazın. Hiç çekinmeden, "yahu buraya da bu yazılır mı?" demeden, fütursuzca yazın. Bunu uzun bir günlük gibi hayal edin. Gün içinde size dokunan dokunmayan, söylemek istediğiniz her şeyi. Konu sınırlaması yapmayın. Aklınıza bir şeyin gelmesini beklemeyin. Daldan dala atlayın. Eğer gerçekten hiçbir şey gelmiyorsa

"Yahu bu sayfa işi bence çok saçma. Neden üç sayfa yazmak zorundayım ki? Bak görüyor musun? Hiç bir şey gelmiyor aklıma. Ondan sonra üç sayfa yazamayınca olmaz diye yaygara koparılıyor. Zaten bu kalem de elimi acıtıyor. Kalemtraş da yok etrafta. Dandik kalem. Mahvetti kağıdı. Arkadaş ben neden hep kalemlerimi kaybediyorum? Küçükken de annem silgimi boynuma asardı kaybetmeyeyim diye. Ruhumda var pasaklılık" 

gibi saçma paragraflarla doldurmaya çalışın. Göreceksiniz, bir zaman sonra bu saçma paragraflar yerini gün içinde yaşadığınız olaylara dair spesifik bakış açılarıyla oluşturduğunuz izlenimlere bırakacak. Hatta sabırla devam ederseniz üç sayfa, beşe-ona çıkacak. Üç sayfa yazı yazmak sizin için çocuk oyuncağı haline gelecek. Sabah sayfalarına başlamadan önce zihninizde ufacık bir izlenim kırıntısı oluşturmayan hususlar hakkında sayfalarca yazmaya başlayacaksınız ve yazarken tıkanma sorunu ortadan kalkmış olacak. Ee şimdi? demeye fırsatınız dahi olmayacak. Kelimelerin, cümlelerin ışık hızıyla ete kemiğe bürünüp kağıda aktığını hissedeceksiniz. Bir iç güdü haline gelecek. Hatta siz aklınızdaki cümleyi kağıda dökmeye çalışırken, yine muazzam bir cümle zihninizde belirecek ve onu da unutmadan o en mükemmel haliyle kağıda dökmek için çaba harcayacaksınız. Kısacası eliniz zihninize yetişemeyecek. 

Ama dediğim gibi...

Faydasını görebilmeniz için, her sabah aksatmadan tam üç sayfa yazmanız gerekiyor. Araya fasıla girince gerçekten gerilediğinizi ve zamanla eski halinize döndüğünüzü hissedersiniz. O yüzden burada anahtar kelime "sebat". Zor bir iş. Ama inanılmaz faydalı. Yaşamanın gerçekten yazmak olduğu idealine yaklaştığınızı fark edeceksiniz. 

O yüzden yazmak ve yaşamak için hemen kendinize bir defter alın ve yarın sabah başlayın...Tam üç sayfa...

Amacınız hayatınızı anlamlandırmak olsun...

***                     ***                  ***

Okuma Listesi: 

- Ben Buradayım / Yıldız Ecevit
- Yaşamak Eşittir Yazmak / Yıldız Ecevit
- Kayıp Zamanın İzinde / Marcel Proust
- İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin / Julia Cameron








1 Ağustos 2014 Cuma

OKUMA NOTLARI - 1 : BENİM KİTAPLARIM



Sema Aslan'ın Türkiye'nin ünlü yazarlarıyla kitaplara ve yazarların şahsi kütüphaneleri üzerine yaptığı söyleşilerden oluşuyor Benim Kitaplarım... İlber Ortaylı'dan Orhan Pamuk'a; Elif Şafak'tan Doğan Hızlan'a kadar bir sürü isim var. Üstelik bu yazarların şahsi odalarına girip onlarla alakalı yazmaya ve okumaya dair küçük tüyolar edinmek aslında.... Ben çok zevk aldım...

Kitabı okumayanların, okuma zevki açısından bu yazıyı şimdilik es geçmeleri kendi yararlarına olacaktır. 

NOTLAR:

- Şunu anladım: 3-5 kitaplık kütüphanelerimizle bizler sadece uzayda yer kaplayan cisimleriz ve bu dünyaya ait değiliz.

- 35 ismin hepsinde rastladığım ortak özellikler var. Bunların başında küçük yaşta muhatap oldukları birer kütüphaneleri var. Anneler, babaları, dedeleri hep okuyan yazan insanlar. Çoğu kitaplıkların içinde doğmuş,büyümüş. Aslında bu noktaya gelmelerinde bence en çok paya sahip olan husus bu. Bununla ilgili (evdeki kitap sayısının öğrenci başarısına etkisi) bir yazı hazırlama aşamasındayım. 

- 35 isim de zaman zaman belli konulara yoğunlaştıkları için o konuyla alakalı sıkı okuma/tarama yapıyorlar. 

- Çoğunun tarzları farklı... Kimisi asla kitaplara kalem dahi sürmezken, kimisi canını çıkarıyor kitapların. Kimisi de kitaba koyduğu işaretlemeleri, çizimleri, yazdığı notları geleceğe yatırım olarak görüyor ve kendisinden sonra kitaplarını okuyanların bundan heyecan duyacağına inanıyor. Bunu diyenler de zaten kitabın daha önceki sahibine ait olan notları okumaktan büyük zevk duyuyorlar. 

- En büyük ortak noktaları: Asla kimseye ödünç kitap vermiyorlar. (Nefret ederim ödünç kitap alıp-vermekten)

- Ancak Ali Poyrazoğlu, kitap ödünç vermeyi sevmiyor ama ödünç alıp geri vermemeyi çok seviyor :) Ben kitabı ödünç aldım mı geri vermem diyenlerden.  

- Ayşe Kulin, yazdığı kitapların ilk çıktılarını üzerlerindeki düzeltme notlarıyla birlikte saklıyor. Yazar adayları için faydalı olacağını düşünüyor.

- Celal Şengör, bazı derslerini evindeki devasa kütüphanede yapıyor. 

-Çetin Altan, "Üç türlü okuma vardır: Zorunlu okuma, öğrenmek için okuma, zevk için okuma" (syf:59)

- Doğan Hızlan evli değil, çocuğu yok. Bütün gün kitap okuyor.

- Enis Batur'un önemli bir şair olduğunu gördüm. "Kütüphane" isimli eseri mutlaka okunmalı. Ama kütüphanelerle ilgili roman fikri muhteşem. (syf:83)

- Enis Batur diyor ki: "Kütüphane sahibi bir kişi mutlaka okuma defteri tutmalıdır. Aldığı kitabı ne zaman aldığını, ne zaman okuduğunu ve ne anladığını yazmalıdır." 

- Haluk Oral, Boğaziçi Üniversitesi'nde Matematik profesörü olduğu halde muazzam bir koleksiyoncu olduğunu öğrendim. Binlerce imzalı kitabı var. Bu anlamda ülkede tek. Hatta Ahmet Hamdi'nin Yahya Kemal'e "Türkçenin büyük üstadına" diye imzaladığı kitap var elinde... 

- Hıfzı Topuz, okuma defeterini A4 kağıtlara yazıp dosyalıyor. Araya eklemeler yapması ya da konu dışı yazdıklarını bir arada tutmasını kolaylaştırıyor. 

- Esir düşen Trikopis'i Atatürk ziyaret ediyor ve "Üzülme general! Napolyon da bir savaş kaybetti" diye teselli ediyor.

- İsmet Kür, Milli Eğitim Kanunlarını eleştirmek için cilt cilt toplamış. Syf 63'te "Anı" ile ilgili anlattıkları çok ilginç.

- Bundan sonra Nasreddin Hoca deyince aklıma Mustafa Duman gelecek. İnanılmaz bir Nasreddin Hoca sevdalısı ve müthiş bir arşivi var fıkralara dair.

- Türkiye'de 120.000 kitapla en büyük kişisel kütüphane Boğaziçi hocası Zafer Toprak'ın. Müthiş bir ev...

- Dikkatimi çeken şu: Yazarlar kitaplarını dağıtıyorlar. Yani büyük konuşmak gibi olmasın ama bana ters. Ben kitaplarımı kimseye vermem. Ayrıca birinden okumak için kitap almam. Alıp okusam bile geri verdikten sonra gider yenisini alır kütüphaneme koyarım. Okuduğum her kitap kütüphanemde olmalı. 

- Ve gelelim işin en acı tarafına. Bu 35 isimden kitaplarını okuduğum sadece 2 kişi var. Çok büyük kayıp.